Yıllar sonra yeniden bu yollarda olmak ne güzel bir duyguydu. Arabanın yarı açık camından ciğerlerimi dolduran toprak ve kuru ot kokulu hava, gönlümü zaman ve mekân dışı bir yerlere sürüklüyor adeta. Aşağıda, kahve-mor renkli tepenin dibinden kırmızı rengiyle akıp duran Kızılırmak, uçsuz bucaksız yemyeşil tarlalara, çağların ötesinden, ta dünyanın yaratılışından beri hayat taşıyor gibi. İnsana, hayvana, bitkiye, toprağa, sonsuzluktan beri can taşıyan toprak renkli, toprak kokulu, toprağa kardeş su…
Şimdi ekip biçilen şeyler değişmiş, bütün ovayı kaplayan altın başakların yerinde, rengârenk bir kanaviçe işlemeli örtü gibi sıra sıra ayçiçeği tarlaları gördüm yol boyu, tarlaların ortasındaki fıskiyelerden dört yana savrulan sular, uhrevî bir müzik eşliğinde bir dansı icra ediyor gibi, su perilerinin bereket dansını.
Yıllar oldu buralara gelmeyeli. Okuldu, işti, evlilikti, çocuktu derken çok uzak kaldım büyüdüğüm bu münbit topraklardan. Belki babam o kadar erken ölmese, annem bizim peşimizden diyar diyar gezmek zorunda kalmasa bu kadar uzamazdı ayrılık. Ama aile tespihinin ipi kopunca taneler dağılırdı.
Köy uzaktan göründü bile, iki dağın arasında, içinde yaşayanlara benzeyen toprak yüzlü ihtiyar evler. İncecik, beyaz siluetli minaresiyle köy camisi ve çaprazında beyaz badanalı duvarları, önlerinde dalgalanan kırmızı beyaz bayraklarıyla sağlık ocağı ile okul, manzarayı tamamlıyor. İki katlı olan tek tük evlerin üstünü örten saclar, güneşin altında karşıdan gözüme ayna tutuyor. Eskiden bir kıza gönül veren erkek, onda gönlü olduğunu bildirmek için güneş ışığını ayarlayarak karşıdan kızın yüzüne ayna tutarmış. Köy yüzüme ayna tutuyor, sevgimiz ve özlemimiz karşılıklı demek ki. Köyü mü özledim, yaşayanlarını mı, ölenlerini mi? Ölenleri, kaybettiklerimi özledim, yukarıya, evlere doğru çıkmaya niyetim yok. Gitsem de tanıdık bulacağımı sanmıyorum. Evlerin ruhu olan yaşlılar öldü, gençler şehre taşındı, dedelerinden kalan toprakları ekip biçmeye devam edenler, şehirden günlük gelip gidiyorlar.
Köyün altında, yolla iki kısma ayrılan mezarlık, zamanın durduğu yer. Arabadan indim, sağ tarafa yürüdüm. Yolun solunda kalan eski mezarlar, düzleşmiş hafif kabartılarıyla başlarında dikilmiş şekilsiz, üstü yazısız taş parçalarıyla hiç değişmemiş. Kim bilir kimlere ait? Altında kim bilir hangi beden, hangi hayal, hangi umut, hangi dünya yatıyor? Her insan bir dünya, Şeyh Galib konuştu zihnimden: “Hoşça bak zâtına ki zübde-i âlemsin sen./ Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” Bu, yaşlanmanın işaretiymiş: Bu, her kalbine gelen hisle beraber dilinden bir beyitin, şiirin dökülüvermesi…
Yerleri kaplayan dize kadar uzamış, kuru otların, dikenlerin arasından ilerledim. Burada daha yakın zamana ait mezarlar var. Çoğunun etrafı yeşil boyalı demir parmaklıkla çevrili, otlar yeşil demirlere dolanarak iyice boylanmış. Nihayet aradıklarımı buldum, işte parmaklığa oturtulmuş beyaz mermerin üstünde isimleri ve altta “Ruhuna Fatiha” yazısı. Yaşarken aşkla yan yanaydılar, burada da aynı. Dedem ve nenem… Dedemin adını gösteren harfler belirgin, soyadı harfleri yıpranmış, belirsizleşmiş:
Dedemin adı Gazi’ydi. Gazi kelimesinin anlamını öğrendiğimde ilkokul ikinci sınıftaydım. Dedeme sordum, “Savaşa katılmış mıydı?” Savaşa katılmamıştı ama savaşın ne demek olduğunu iyi biliyordu. Seferberlikte Erzurum’dan buraya göç ederken kendisi on, dayısının kızı nenem üç yaşındaymış.
Onlar için bir miladın adı olan seferberlik ne demekti? Onu da üst sınıflarda, tarih derslerinde öğrendim. Yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan milletin bütün fertleriyle harbe hazır hale gelmesi, vatanı korumak için seferber olmasıydı. Savaşa katılmak için yaşı yetmemişti ama büyük savaş sonrası zor zamanlarda üç yıl askerlik yapmıştı Gazi dedem. O zamanlar, hele seferberlik zamanları, “Gide de gelmeye”ydi, “anlatmakla anlaşılmaz, yaşayan bilir”di.
Yaşadığımız şehirde, diğerlerinden farklı olduğumuzun bilincine ne zaman vardım bilmiyorum. Her yaz tatili gittiğim annemin köyünden geri döndüğümde arkadaşlarım konuşmamla alay ederdi. Onlar “gidiyorum, geliyorum” derken bizimkiler “giderim, gelerim” diye konuşurdu, ben üç ayda bu konuşma tarzını kapmış olurdum. Giyimleri, kadınların başını örtme şekli ya da toplum içinde davranış şekilleri de farklıydı. Hatta ekmek ve peynirleri bile farklıydı. Nenemin yaşmağı, bir erkek görünce ağzını burnunu kapatıp alçak sesle konuşması, zemine gömülmüş tandırda eğilerek pişirdiği lavaş ekmekler ve kaynar sütü yoğurarak ip gibi şekillendirdiği çeçil peynir bize hastı. Büyük dayımın adının geçtiği bir yerde arkadaşım Hüsne’nin “Öyle isim olur mu?”dediğini unutmadım. Dayımın adı Asker’di, hatta dayımın dayısının adı da Zâbit’ti. Ve köylerinde daha birkaç tane aynı ismi taşıyan kişi vardı.
Gevezeliği hiç sevmeyen Gazi dedemin konuşmaktan hiç bıkmadığı yegâne konu, savaş kahramanları ve tarihti. Sıcak yaz gecelerinde, gaz lambasının loş aydınlığında, padişahın sefer fermanında şart koştuğu gibi bıyığında tarak duracak kadar yetişkin olduğunu ispatlamak için üst dudağına demir tarağı saplayan sonra da Bağdat Kapısı’nı atlayıp geçen Genç Osman’ı da, Bizans’a kan kusturan Battal Gazi’yi de ondan duydum ilk. Hafızasındaki hikâyeler, “gâvur”a karşı verilen zorlu mücadelelerden akıl almaz sırlarla dolu parlak sayfalardı. Savaşın en ateşli zamanında abdest almak için, düşmanın kenarında karargâh kurduğu ırmağa giden askerin defalarca dinlediğim hikâyesi, bana inanılmaz gelirdi. “Asker abdestini alıp doğrulunca etrafını yirmi otuz kişilik bir düşman grubuyla çevrilmiş görür, sonra birden düşman askerleri ellerini kaldırarak tüfeklerini yere atarlar, anlamadığı dilde bir şeyler söylerler, ne olduğunu anlamadığı halde bizim askerimiz, yerdeki tüfekleri toplayarak onları önüne katar ve kendi karargâhlarına getirir, komutanına esirleri teslim eder. Çadıra bir tercüman çağırarak onlara bu kadar kişinin nasıl tek kişiye esir olduğunu sorarlar. İçlerinden biri cevaplar: “Tek kişi mi, biz tam onu esir alacağımız anda dört taraftan yeşil giysili, silahlı adamlar belirdi, biz de mecburen teslim olduk, yol boyu bizimle yürüdüler, buraya gelince gözden kayboldular.” Dedem için, bu olayın gerçekliği, olabilirliği tartışılamazdı bile.
Nenemle beraber, Asker dayımın Almanya’dan getirdiği pilli radyodan her Cuma sabahı “Halk Hikâyeleri” saatinde Dede Korkut Hikâyeleri’ni, Köroğlu’nu, nasıl hazla, yaşayarak dinlerlerdi. Hikâyeler bitince mavi gözleri parıldayarak cirit oynadığı günleri anlatırdı dedem. Anlatırken yeniden o atın üstüne biner, doludizgin koşturur; elindeki ciridi rakiplerine fırlatırdı. Birden o ufak tefek yaşlı adam gençleşir, devleşirdi.
Nenem, seferberlikte buralara gelirken nasıl çetin bir kış olduğunu hep hatırlardı. Yanlarına alabildikleri üç beş hayvanın dışında, bütün varlıklarını geride bırakarak yaşlı genç, çoluk çocuk, yayan yapıldak öküz arabalarıyla yollara düştüklerinde gebe olan anası, üç yaşındaki nenemi, taşıyamayıp yol kenarında bırakarak ölüme terk etmişti. Son anda dedesi, durumu fark ederek geri dönmüş, onu dondurucu soğukta karlara bata çıka düşe kalka yürürken bulmuş, mukadder bir ölümden kurtarmıştı. Hatta anası, karnındaki bebeği, dokuz ay geçtiği halde doğurmamış; kendilerine mesken olarak verilen bu köye yerleştikten epey sonra, dayanılmaz sancılar içinde yaşlı kadınların yardımıyla doğum olduğunda, bebeğin ana karnında çürüdüğünü görmüşler, kadıncağız ölümlerden dönmüş.
Bıraktıkları yerde çok variyetli bir aile olmalarına rağmen en basit araç gerecin bile yoksulluğunu yaşamışlardı burada. Anası bir gün peynir yapmış, bez torbayla üstüne taş koyarak kapının önünde süzülmeye bırakmış, köydeki aç insanlardan biri gelip peyniri öylece çalmış. Peynire değil ama bez torbaya üzülmüşler, babası bir taşın üstüne çıkıp tellal gibi bağırmış: “Peyniri kim aldıysa, peynir helal olsun ama torbayı getirip yerine koysun.” Ertesi gün torbayı kapılarının önünde bulmuşlar.
Buğday bulamayıp yulaf, arpa, çavdar ekmeği yemişler, o unlar mayalanıp öz alan bir şey olmadığı için hamur tutsun diye içine genç kızların saçını kesip kattıkları zamanlar olmuş.
Daha sonra annemden duyduğum, babaannesinin hikâyesi de acıklıydı. Bu çetin yolculukta genç bir gelin olan Zeynep nene, büyük savaşın ayak seslerini ve Ermeni komşularının katliam hazırlığında olduğu haberlerini işitince at üstünde çevre köylerdeki akrabalarını dolaşıp “göç etme” kararlarını, gününü, saatini haber vermiş. Devamında kışta kıyamette aylarca süren göç yolunda çarıklarını hiç çıkaramadığı için, köye yerleştikten sonra, donmuş ve çürümüş ayak parmakları, çarıklar ve yün çoraplarıyla beraber ayağından sıyrılıp düşmüş. Annem derdi ki “Çocuk olduğumuz için bilmezdik, nenemin tuhaf şekilli ayaklarına bakıp bakıp gizlice gülerdik.” Ve bundan da acısı, nenesini her aklına geldiğinde ağlatan başka bir şey, zorlu göç yolunda soğuktan, bakımsızlıktan hasta düşüp ölen on altı yaşındaki oğlunun hatırasıymış. Bilmedikleri yol üstü bir yerde buz tutmuş toprağı güçlükle, yarım yamalak eşip çocuğu gömmüşler, onların deyimiyle kuylamışlar. Nenesi, meçhul bir mezarda yatan oğlunu, ölünceye kadar dilinden düşürmemiş.
O zamanlar hemen her aileden, savaşa gidip de hiç dönmeyen birileri varmış, tıpkı dedemin Aslan dayısı gibi. Zamanı geldiğinde askere giden Aslan dayının hangi savaşta hangi cephede şehit olduğunun bile haberi gelmemiş. Gitmiş ve dönmemiş. Geride iki ufak çocukla kalan karısı Hanım yenge, son nefesine kadar kocasının döneceğine inanmış. Nenem, Hanım yenge son nefesini verirken yanındaymış, birden boşluğa bakarak gülümsediğini “Geldin mi, tamam, gelerim.” dediğini anlatırdı.
Dedemin son hastalığında, yattığı yerden verdiği son ders, zihnimde hep taze kaldı. Televizyon evlerimize girince dedemin dünyasında radyonun yerini almıştı, haberlerin olduğu dakikalarda yanında sinek uçuşuna bile katlanamaz, ses edeni haşlardı. Televizyonda uluslararası başarı kazanmış bir sporcu, coşkulu kutlamalarla canlı yayında karşılanıyordu, herkes gibi biz de heyecanla gurur dolu yorumlar yapıyor, seviniyorduk. Kulakları iyice ağırlaşan dedem, bana ne olduğunu sordu, durumu anlattım, verdiği cevap beni şaşırttı, dedi ki: “Ne var yani, sporda başarılı olmuşsa, bu kadar büyütecek ne var, kaç düşman öldürmüş, kaç cephede savaşmış da zafer kazanmış?” Dedem için böylesi bir sevinç ve gurur ancak öylesi bir başarının hakkı olabilirdi.
Nenem nasıl Birinci Cihan Harbi yıllarının çocuğuysa, annem de İkinci Cihan Harbi yıllarının çocuğuydu. Yaşadıkları yokluğun tarifi yoktu. İnsanlar, kadınlı erkekli, çoluk çocuk, gün doğumundan gün batımına kadar çalışır, uğraşırmış. Fakat ne istedikleri gibi yer, ne istedikleri gibi giyebilirlermiş. Elbiselerinden bir iplik çeksen kırk yama dökülürmüş. Çok sevdikleri ve kıtlama şekerle içtikleri çayı, şeker bulamadıkları için kuru üzümle içtikleri zamanlar olmuş. Zeynep nenesi, o üzümü bile sayılı verir, en az üzümle çay içmeyi becereni takdir edermiş. Bulaşıcı hastalıklar bir eve girince, kısa zamanda bütün köye yayılır, bazı evlerden art arda üç dört çocuk tabutu çıktığı olurmuş.
Dedeme o yılları hiç sormadım, savaşa girmediğimiz için memnun muydu bilmiyorum. Fakat annemin ve babamın çocukluk yıllarından dinlediklerim hep yokluk, yoksulluk üzerineydi. Uzaktaki yolsuz izsiz bir dağ köyünün çocuğu olan babam, annesi aylarca hasta yatıp ilaçsız, doktorsuz günden güne eriyip öldüğünde henüz dört yaşındaymış mesela. Annesinden kısa bir süre sonra da on beş yaşındaki ağabeyi, gene ilaçsız, doktorsuz, sağ tarafındaki bir sancıyla üç gün kıvranarak ölüp gitmiş.
Yarım yüzyılı geride bırakan benim çocukluk yıllarımdan aklımda kalansa, sapsarı, yüklü başakları hafif rüzgârda salınan uçsuz bucaksız buğday tarlaları; ahırları, ağılları dolduran böğürtüleri ve melemeleriyle inek, keçi, koyun sürüleri; boyumca küplerde, küleklerde saklanan peynirler, tereyağları; şehirden günaşırı taşınan domates, biber, üzüm, armut kasaları, kısacası bolluk ve bereket. Günlerce kadınlı erkekli, sabah gün doğmadan tarlalara gidilir; eldeki tırpanlarla mistik bir dansın ahenkli beden hareketleri edasında buğdaylar biçilir; göğe uzanmaya niyetli altın merdivenler gibi yığınlar yapılır; kağnılarla ya da sonraki zamanlarda traktör römorkuyla köy içindeki harmanlara taşınırdı. Gazi dedeme ait olan, köyün bir tanecik batözü, gece yarılarına kadar, sırayla bütün harmanlarda dolaşarak buğday yığınlarını samana ve taneye çevirirdi. Harmanlarda buğdaydan ve samandan minik dağlar belirirdi kısa sürede. Köyün ilk traktörünü de Gazi dedem almıştı. Bu traktör ve batöz, sırayla bütün evlerin işini görür, hasadını devşirirdi.
Dedem askerliği sevdiği kadar toprağı, çiftçiliği de seviyordu. On yaşında geldiği bu yeni yurdunu, eskisi kadar çok sevmişti. Tarlada traktör kullanan dayıma, nasıl bir hayranlıkla baktığını görmüştüm bir gün, at üstünde kendini anlatırkenki gülüşü vardı yüzünde. Somurtkan ve az konuşan o adam, harman zamanı başka biri olurdu. Dayılarıma, yengelerime, teyzelerime, torunlarına şakalar yapan kendi ifadesiyle “yârenlik eden”, gülen o değildi. Onun kafasında sadece iki eylem, mutluluğa ve sevince değerdi sanki. Toprak için savaşmak ve toprağı işlemek. Toprağı işlemek, hayatı sürdürmek için şarttı, savaşmak ise şerefli yaşamak için. Kendi mülkünde, kendi bayrağının altında, kendi ürettiğini huzur ve güven içinde sevdikleriyle beraber yiyip içip paylaşmak için…
Sonraki her yaz tatilimde köyde yeni gelişmelere şahit oldum. Elektrik geldiğinde ilkokul sondaydım, şehir çocuğu olup elektriği tanımama rağmen onların sevincini ta içimde duymuş, evin bütün odalarını dolaşarak düğmeleri kaldırıp indirmiş, pırıl pırıl lambalara mutlulukla bakmıştım. Teyzemle her akşam odaları dolaşarak gaz lambası şişelerini silme serüvenimiz bitmişti o gün.
O yıllar, zihnimde huzur ve sevgi ile eş anlam taşıyor. Cömertlik, paylaşma, çalışma, üretme, ikram etme, büyüğü sayma, küçüğü sevme gibi anlamlar da ardından geliyor.
Dedem ve nenem ölünce ev dağıldı, teyzemler evlendi gitti, dayımlar şehre yerleşti. Köyün yağmurda ayakkabıyı ayaktan çıkaracak kadar çamur olan toprak yolları, asfalt döşeli şimdi. Her evde su olduğunu da duydum, meydandaki köy çeşmesi yıkık taşıyla ortada kalmış. Gazi dedem olsa onu öyle yetim bırakmazdı, biliyorum. İnsana hizmet eden her nesnenin kutsiyeti vardı onun gözünde, tarlada kullanılan tırpanları, bileği taşıyla, avucundaki bir güvercini okşarcasına, seve seve bileylediğini defalarca görmüştüm.
Mezar demirine konan bir güvercinin kanat çırpışıyla, güneşin karşı dağın ardında kırmızı-pembe tül perdeler içinde kaybolmak üzere olduğunu fark ederek bulunduğum an’a geldim. Otuz kırk dakikaya yüzyıl sığdırmış gibiydim. Biz üç nesil, fukara bir ana-babanın çalışarak günbegün zenginleşmesinin temsiliydik, öncekiler çok eziyet çekmişti fakat ben bu ana-babanın olgun çağlarının varlık ve güven içinde büyüyen çocuğuydum. Dualarımı dedemin, nenemin, bize bugünleri bağışlayan herkesin ruhuna hediye ettikten sonra dikenlere, kurumuş otlara bata çıka yürürken dilimden bu defa da Yunus döküldü: “Sular hep aktı geçti./ Kurudu vakti geçti./ Nice han nice sultan,/ Tahtı bıraktı geçti./ Bu dünya bir pencere,/ Her gelen baktı geçti.”
Kâinatın sırrıydı bu: Yaratılmış her şeyin sonu vardı, her can ölmeye mahkûmdu. Ağızların tadını kaçıran ölümü unutmadan, nimetlerin kıymetini bilerek yaşamak lazımdı... Bu nimetlerin en büyükleriyse toprak, su, vatan, hürriyet, bağımsızlıktı… Dedem bu sırrı biliyordu.