USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

ERZURUM KONGRESİ’NDE SİVASLI BİR DELEGE MÜFTÜ HAYRULLAH EFENDİ

28-10-2023

1 /        
 -Cumhuriyetimizin 100. Yılı münasebetiyle-
 
İnsanoğlunun son durağının neresi olduğu herkesin malumudur. Ezelden beri kabristanlar hep var olmuştur, olmaya da devam edecektir. Kadim ilçelerimizden Divriği’deki Söğütlük Mezarlığı’nda medfun bulunan annemi her ziyarete gittiğimde, koca kavuklu bir mezar taşı dikkâtimi çeker. “Müftü Hayrullah Seyhan” yazılı bu taşın altında yatan muhtereme de diğer kabir komşularına yaptığım gibi, dualarımı gönderirim.
Sağ ayağımla, “Selamün aleyküm ey ehli kubur” nidasıyla girdiğim, yakınlarımın, hemşehrilerimin, tanıdık, tanımadık cümle yatanların ebedi uykularında oldukları mekândan, çıkarabildiğim hisselerimle, gene edeple geri çıkarım.
Anneme kabir komşusu olan Müftü Efendi’yi hep merak ederim. Hayatı hakkında herkes kadar bir şeyler bilirim ama o kadar. Günü gelip vakti dolunca, konu olarak ele alınma vesilesi doğunca, aile fertlerinin de yardımıyla, günümüz gençlerine ışık olması maksadıyla araştırmaya karar verdim.
Mevzua başlarken evvela, 19. Yüzyılın başlarına, koca imparatorluğun çöküşe doğru gittiği, içten ve dıştan vatan hainlerinin aç kurtlar gibi saldırdığı, birçok şehrin işgal altına alındığı, cephelerden mütemadiyen kötü haberlerin geldiği, sınırların giderek daraldığı, idarenin zayıfladığı, teçhizatın azaldığı, askerin perişan olduğu günlere dönmekte fayda görüyorum.
Halkın, genç erkek nüfusunun yokluğunda, imkânsızlıkla elde etmeye çalıştığı ürünlerinin büyük kısmını orduya verdiği, ağır vergilerle zar zor geçindiği, tellalların çarşı pazar, köy köy dolanarak asker topladığı yıllara…
Yaralıdır Anadolu. Giden gelmemiş, gelen bulmamıştır. Gelinler kocasız, çocuklar babasız, yaşlılar evlatsızdır. Rumeli’den Kafkasya’ya, Hicaz’dan Ege adalarına kadar dört yan inim inim inlemektedir. Sıkıntının farkında olan halk ise kara bulutları dağıtma gayretiyle çözüm aramakta, kimisi gizli, kimisi aşikâr cemiyetler kurup toplantılar yaparak, müreffeh günlerin gelmesini beklemektedir.
İşte tam da o günlerde dönemin hükümeti tarafından vazifelendirilen, Sultan Vahdettin onaylı, 9. Ordu müfettişi olarak işe koyulan Mustafa Kemal, İstanbul’dan Bandırma Vapuru’yla Anadolu’ya geçecek, Samsun’a ayak basmasıyla sıkıntılı geçen günlerin seyrini değiştirmeye başlayacaktır. Hükümetin görevinden istifa edip sivilleşerek, sırasıyla Amasya Genelgesini yayınlayacak, Erzurum ve Sivas Kongreleri’ni yapacak, kurtuluş için kararlar alacak, meşaleler yakacaktır.  

2 / 9
10 Temmuzda yapılması hedeflenen Erzurum Kongresi'ne davet edilen vilayetlerden birisi de kadim kent Sivas’tır. O yıllarda Sivas'ın mülkî yapısı, Sivas Merkez sancağı, Amasya, Tokat, Şarkîkarahisar (Şebinkarahisar) sancakları, 22 kaza ve 60 nahiyedir. İşte bu bölgeden  Erzurum Kongresi’ne katılan Sivas vilayeti delegeleri şunlardır:
  • 1- Fazlullah Moral, Sivas Merkez Sancağı Delegesi
  • 2- Yusuf Ziya Başara, Sivas Merkez Sancağı Delegesi
  • 3- Recep Dinçer, Zara (Koçgiri) Kazası Delegesi  
  • 4- Hayrullah Seyhan, Divriği Kazası Delegesi,
  • 5- Mehmet Rıfat Arkun, Tokat Sancağı Delegesi,
  • 6- İbrahim Süreyya Yiğit, Amasya Sancağı Delegesi
  • 7- Mahmut Cemil Şencan, Şarkikarahisar Sancağı Delegesi
  • 8- Hüseyin Hüsnü Özhan, Alucra Kazası Delegesi,
  • 9- Çadırcızade Ali Efendi, Koyulhisar Kazası Delegesi,
  • 10- Serdarzade Mehmet Mustafa; Mesudiye Kazası Delegesi,
  • 11- Mehmet Şeref, Niksar Kazası Delegesi,
  • 12- Çeçenzade İsmail Hakkı, Suşehri Kazası Delegesi,
  • 13- Hacı Mehmet Sırrı Kaymaz, Reşadiye Kazası Delegesi.
23-Temmuz-1919’da başlayıp, 7-Ağustos-1919 tarihinde noktalanan Erzurum Kongresi’ne Sivas delegelerinden Fazlullah Moral ve Ziya Başara birlikte çıkar, diğer yörelerin delegeleri ile yollarda birleşerek Erzurum'a varırlar. Ilıca'da delegeleri karşılayan Mustafa Kemal Paşa, onları "Hoşgeldiniz muhterem arkadaşlar" diyerek selamlar, içinde bulunulan vaziyetin ehemmiyetini daha oradayken vermeyi başarır.
Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Kongre ilanıyla erkenden yola çıkıp, söylenen tarihten önce Erzurum’a varan Divriği delegesi Müftü Hayrullah Efendi de diğer delegelerin arasındadır; onlar gibi heyecandadır.  
Delegelerin kimine göre vatan düşmandan temizlenmeli, saltanat devam etmelidir. Kimine göre de vatan düşmandan temizlenmeli, yeni bir cumhuriyet kurulmalıdır. Herkesin kendince haklı gördüğü noktalar bulunmakta, tartışmalar sürmektedir.
Erzurum ve Trabzon delegeleri seçtikleri birer temsilciye, kongrenin açılış günü ve sonrası için program hazırlatırlar. Sivas delegeleri kendileri dikkate alınmadan yapılan bu çalışmayı yazılı olarak nazik bir şekilde protesto ederek, samimi ve vatansever duygularının rencide olduğunu, bu tip girişimlere meydan verilmemesini rica ederler. Protesto yazısında Altı Sivas Vilayeti delegesinin imzası yer alır.
Trabzon ve Şebinkarahisar delegelerinin yönlendirmeleriyle encümen reisliğine adaylığını koyan Divriği delegesi Hayrullah Efendi, kazanamayınca bu yenilgiden büyük bir üzüntü duyar. Uzunca süren yolcuğu, iptidai şartlar, 5, 7 ve 15 yaşlarındaki kızları ve 2 yaşındaki oğlunun hasreti, kazanamamanın verdiği üzüntüyle karışınca hastalanır.
Akabinde de Hayrullah Efendi 29 Temmuz 1919 günü Kongre Başkanlığına yazılı olarak başvurarak, rahatsızlığı ve ailevi sebeplerle memleketine dönmek istediğini bildirir.
“Yüce Kongre Başkanlığına

3 / 9
Ben sadık duacınızın dileğidir ki,
Duacınız olan ben, aile fertlerini kimsesiz bırakarak, tek başıma bu vatani görevi yerine getirmek için, yaşadığım yerde yapılan teklif ve ısrar üzerine daha kongre başlamadan buraya gelmiştim; ve kongrede bulunma şerefine ermiştim. Kongrenin uzun bir süre daha süreceği anlaşılmış, görev tamamlanıncaya kadar kalmak, dua ve arzularımdan ise de hükümetten borç para alarak aldığım tohumların ürünlerini, ekip biçecek kimsem bulunmadığından, özellikle Erzurum’un hava ve suyuyla uyum sağlayamayıp, keyifsiz olup, gün geçtikçe vücudumdaki zayıflığın artması sebebiyle bir an önce memleketime dönmek zorundayım.
Bundan dolayı, hem vatani görevin aksamaması, hem de duacınızın mal ve bedenen zarar görüp perişan olmaması için, vilayetimiz Sivas temsilcilerinden bir kişinin, kazamız adına, temsilci kabulü ve yerel belediyemiz tarafından seçildiğini bildiren bir yazı getirmek üzere, geçerli özrümün kabulü ve dönmeme izin verilmesini muhterem kurulunuzdan diler ve rica eylerim. Ol bâda ferman. Fi 29 Temmuz sene 335 (1919)
Divriği temsilcisi  
İmza: Hayrullah”
Aynı gün kongrede bu başvuru değerlendirilir, Kendisine tedavinin Erzurum’da yapılması tavsiye edilir. Kabul etmeyen Hayrullah Efendi, 2 Ağustos Cumartesi gününe kadar beklemesi kararlaştırılmışken, verdiği dilekçenin cevabı gelmeden, Cuma sabahı Erzurum’dan ayrılır. Bu davranış diğer Sivas delegeleri arasında rahatsızlık yaratır. Bazıları yoldan geri çağrılmasını teklif ederse de kabul görmez.  
Nitekim 2 Ağustos 1919 günü söz alan Sivas delegesi Fazlullah Bey: "... 2 Ağustos Cumartesi'ye kadar bekleyip, Kongre müzakerelerine katılması kararlaştırılmışken, Divriği delegesinin izinsiz gitmesi cümlemize dokunmuştur. Geri gelmesi, gayri münasiptir" diyerek Sivas adına üzüntülerini ifade eder.  
14 gün süren Erzurum Kongresi 7 Ağustos 1919 günü çalışmalarını tamamlar. Sonuç bildirisi (beyannamesi) yayımlanır. Sivas Vilayeti delegeleri diğerleri gibi memleketlerine dönmeye başlarlar. Mustafa Kemal Paşa, karşıladığı gibi Ilıca'ya kadar kendilerini uğurlar. Ayrılma vakti geldiğinde Sivas delegelerine şöyle seslenir: "Beş on gün sonra Garp vilayetleri delegelerinin katılımı ile Sivas'ta da bir kongre toplanacak. Bu kongre Sivas'ta bulunan yabancı devlet konsolosluklarından gizli tutulacağından, bu yapılacak gizli kongreye gelecek temsilcileri hanlardan, otellerden alarak, onları ağırlayarak, ikramlarını temin ediniz. Erzurum gibi kongre mahallinin düzenlenmesi ve gösterişli hale getirilmesini sağlayınız."  
Talimatı alan delegeler, genç cumhuriyetin temellerinin atılacağı kongre için canla başla çalışmaya daha o dakikadan itibaren başlarlar ve Sivas halkı da bu hususta ellerinden geleni yaparak, vatanın kurtuluşuna, yeni ufukların açılışına destekte bulunurlar.
Beri tarafta Müftü Hayrullah Efendi, bîtap şekilde geldiği memleketinde uzunca süre zatürre ile boğuşur, tamamen iyileşmesi ise zaman alır.  
Pekâlâ, buraya kadar epeyce bahsini geçirdiğimiz Müftü Hayrullah Efendi kimdir?

4 / 9
Yedi göbek sülalesi müftü olan Divriği delegesi Hayrullah Efendi, kadim ailelerden Müftügil’e mensuptur. Annesi Kürtüllü/Kültürlü ailesinden olup, çarşıda bulunan Kültür/Kürtül camii de o sülalenin yaptırdığı bir mabettir. Aşağı Hamam Mahallesi’nde meskûn bulunan aileden, daha önce yedi müftü geçtiyse de günümüze adları kalanlar sırasıyla şunlardır: Şakirmüftügil lakabıyla anılan dede Mehmet Şakir Efendi, Cin Ali lakabıyla bilinen Ali Efendi ve Mehmet Necip Efendi’dir.  (Bilgiyi veren ailenin torunu Hayri Seyhan, babasının önceki araştırmalarında yedi müftünün ismini tespit ettiğini, taşınmalar esnasında o kâğıdı kaybettiğini, ancak ki üç müftünün ismini, soy ağacı çalışmaları sırasında yeniden bulduğunu söylemektedir.)    
Hepsi de namlı müftülerdir lâkin içlerinden Cin Ali isimli olanı, şehzadelerin din eğitimcisi olarak ilim tahsil etmiş, ayrı kıymette bulunan bir vasıftadır.
Uzun yıllar İstanbul Çemberlitaş’ta bir medresede eğitim gören Hayrullah Efendi, klasik müftülere benzememektedir. Tababet ilmine merakı, dinamikliği, uzunca boyuyla herkeste saygı uyandırmaktadır. Çalışkan bir talebe olan Hayrullah Efendi, vakti gelince, Divriği’nin kadim ailelerinden Tevrüzlü Ömer Efendi’nin beş oğlunun tek bacısı olan kızı Ayşe hanım ile evlenir.  
Bu evlilikten Bedriye, Naciye, Vesile adlı üç kızı, Mehmet Necip ve Ahmet Bedrettin adlı iki oğlu olur. Bunlardan Naciye olanı, 10 yaşında vefat ederse de diğerleri bereketli bir ömür sürdürür. Bedriye Hanım Mehmet Salih Öncel ile Vesile Hanım ise Nuri Tevrüz ile evlenir.      
Oğullarından Mehmet Necip Efendi, Müfide Tevrüz ile evlenir, uzun yıllar mülkiye müfettişliği ve senatörlük yapar ve 1987 yılında vefat eder. Diğer oğlu Ahmet Bedrettin Efendi maliye müfettişi, bilahare İstanbul defterdarı ve maliye müsteşarı olup, Naciye Tevrüz ile evlenir, 1984’te ebediyete intikal eder.
1924 ve 1950 yılları arasında görev yapan, Hayrullah Seyhan, cumhuriyetin ilk müftüsü olarak vazifelendirilir. Diğer Divriği müftüleri ise şöyle sıralanabilir:
  • 1- Zühtü Hayrullah Seyhan (1924-1950)
  • 2- Yusuf Ziya Dinçer (1950-1960)
  • 3- Bekir Özbek ( 1960-1961)
  • 4- Ali Altıntop (1961-1966)
  • 5- Mehmet Güven (1967-1968)
  • 6- Mehmet Ertaş (1968-1969)
  • 7- Bahattin Mollamahmutoğlu (1969-1973)
  • 8- Mehmet Yurt (1973-1975)
  • 9- Bekir Gündoğdu (1975-1981)
  • 10- Halit Kömür (1981- 1985)
  • 11- Kemal Cengiz (1986-1986)
  • 12- İlyas Öztel (1986-1991)
  • 13- Abbas Şimşek (1991-1995)
  • 14- Lütfullah Karakuş (1995-1997)
  • 15- Yusuf Çelik 81999-2002)
  • 16- Mustafa Erdoğan (1997-1999)

5 / 9
  • 17- Mustafa Önder (2002-2005)
  • 18-  Mukadder Arif Yüksel ( 2005-2008)
  • 19- Rahmi Yiğit 82008-2001)
  • 20- Cabir Çelik (2011-2012)
  • 21- Yusuf Ay (2013-2014)
  • 22- Faruk Ana (2015- halen sürmekte)
 
Kervanlarla hacca giden, dönerken de Adana, Seyhan Irmağı kenarında konaklayan Hayrullah Efendi, uzun süren çöl yolculuğunun ardından, serin serin akan bu ırmağı ve kavuştuğu o ferahlığı unutamaz, akabinde soyadı kanunu çıkınca da düşünmeden Seyhan soyadını alır.  
Yaşadığı müddetçe makamının hakkını verir; halk arasında sevilip sayılır. Hangi ortama girse, ahali ayağa kalkar, hürmet gösterir. Başka illerden, ilçelerden, Divriği’ye bağlı köylerden ziyaretçileri gelir. Mezhepleri ötekileştirmez, insanları kaynaştırır, sıkıntıları dinler, çözmeye çalışır. İlçenin ileri gelen gayrimüslim nüfusuyla da samimi ilişkiler içinde olur.
Günümüze kadar ulaşan bazı hatıralarında bu insani tavırlarını aşikâr olarak görmek mümkündür.  
Bir gün merkez ilçeye bağlı bir Alevi köyünü ziyarete gider. Köylüler geldiğini işitince sevinip, onurlanıp, karşılamaya çıkarlar. Sevinç içinde kurban kesmeye, ikramda bulunmaya çalışırlar. Öte yandan da köyün ileri gelenleri ile dedeler “Sünni bir din âlimi, bizim kestiğimizi yer mi?” düşüncesine kapılırlar. Sonunda, dedenin birisi Müftü Efendi’ye sorar. “Böyle böyle Müftü Efendi. Kurbanı biz mi keselim, siz mi kesmek istersiniz?”  
O da “filanca duayı okuyun, siz kesin” der. Onlar da duayı okuyup kurbanı keserler. Pişince de hep birlikte yerler. Köylünün sıkıntıların dinler, sorularını cevaplandırır. Müftünün bu hareketi köylülerin öyle hoşuna gider ki, toplanıp heyet halinde evine ziyaretine gelirler. Samimiyetleri de ölene dek sürer.
İkinci bir hatıra ise halk arasında Müftü’nün Camisi diye de bilinen Hamam-ı Süfla Mescidi’nin yakınında açılan lokanta ile ilgilidir. Cami cemaati, yeni açılan bu lokantadan yayılan müzik sesinden rahatsız olduklarını söyleyip, birkaç kere kendisine şikâyette bulunurlar. O da ruhsatını alıp, dayayıp döşeyerek işyerini açan çiçeği burnunda esnafı kırma taraftarı değildir. Baskılara dayanamayınca mecburen lokantaya gider. Hayırlı olsun ziyaretine geldiğini söyleyerek, selam verip içeri girer, “çayınız var mı” der.
Bu ziyaretten çok memnun olan lokanta sahibi, çayı getirir; aralarında küçük bir sohbet ortamı oluşur. Kazanç kapısının bereketli olması için dua eden Müftü Efendi, bir ara, “evladım camide namaz kılarken, müziğinin sesi kulağıma kadar geliyor. Biraz kıssan da, müşterini memnun ederken, kimilerinin nefretini kazanmasan?” der. Ne denmek istendiğini anlayan lokantacı, “tamam Müftü Efendi. Sözünü tutacağım” der, onun yanında müziğin sesini normal hale getirir. Evlatlarına da tembihleyen lokantacı, gerçekten de ölene kadar sözünü tutar.

6 / 9
(Hamam-ı Süfla Mescidi’nin ismine en erken 1548 yılında, aynı adla anılan, bir mahalle isminde rastlanılmaktadır. Vakıflar Genel müdürlüğü Arşivinde bulunan Hacı Mehmet Bin Hacı Ali Kaya Hamamı’nın vakfiyesinde, hamamın vakıf gelirlerinden bu mescide gelir tahsis edildiğine, dair bilgiler mevcuttur. Divriği’de Osmanlı Camii ve Çeşmeleri. Sf: 13. Mustafa Denktaş. Sivas 1000 Temel Eser, 2010, Sivas)  
Namazlarını çoğunlukla Hamam-ı Süfla Mescidi’nde kılıp, halkın müşkül sorularını burada cevaplandırsa da kimi zaman anne tarafından kalan Kürtül/Kültür Camii’ne, nadiren de Camii Kebir/Ulucamii’e gitmektedir. Bir ramazan günü, Ulucamii’de orucun sevaplarından, muhakkak tutulması gerektiğinden söz ederek, ateşli bir şekilde konuşur. Oldukça kalabalık olan cemaatin içinde, karısının kardeşleri de bulunmaktadır. Eniştesinin konuşmasına dayanamayan kayınbiraderlerinden birisi, cami çıkışında, “Müftü Efendi biraz insaflı konuş. Sallıyorsun ama senin iki oğlun da oruç tutmuyor” diye takılır.  
Müftü Efendi de “onlar orucun sevabından daha çok sevap kazanıyorlar. Çünkü okuyorlar. İlim tahsil ediyorlar” diye cevap verir. Gerçekten de iki oğlu o sıralarda, Nuri Demirağ Orta Mektebi’nde okumaktadır. Ki ileri bir tarihte vatan için önemli hizmette bulunacaklardır. (Torun Hayri Seyhan, bu hatırayı, Remziye Tevrüz’den bizzat dinlediğini nakletmiştir.)
“Bir Şehrin Romanı Divriği” adlı kitapta, 20. Yüzyıl başlarında birkaç kez eşkıya baskınına uğrayan ilçe, “Neredesiniz?” başlığıyla anlatılır. Ki içinde Müftü Efendi de yer almaktadır: ***  
 “…Minarelerden yükselen sesler, gelmesi muhtemel tehlikeye karşı, herkesi uyanık olmaya davet ediyordu. ‘Ey ahali duyduk duymadık demeyin. Ermeni kılıklı ve atlı birçok insanın, kasabaya doğru gelmekte olduğu söylenmektedir. Eşkıya olabilirler, halkımız uyanık olsun. Dövüşebilecek kadın ve erkekler belediye önüne gelsinler.’
Gelmekte olan eşkıya atlıları, Çaltı ırmağı kenarındaki Dutluk koruluğu içerisine girip kayboldular. Kasaba girişinin Taşbaşı’ndan sonraki sol tarafı, köprüye kadar, Ermeni ev ve bahçelerinden kurulu idi. Sokağın karşı tarafında bulunan Türk evlerinden, kaçamamış olan çocuk, kadın ve ihtiyarlar, kasabanın ortasından geçmekte olan Taşlıçay/Ab-ı Çimen Deresi’nin sağ yakasına geçirildiler.  
Şehirde azınlık halinde olan 20-25 ev olarak yaşayan, fakat çok zengin olan Ermeniler, yabancı devletlerin kışkırtmaları ile Müslüman erkeklerin topluca askere alınmalarından istifade ederek, sınırlarda isyan ve kalabalık bulundukları güney ve doğu yörelerinde dağlarda eşkıyalığa başladılar.  
Sivas; Erzincan ve Malatya yöresinde dağlarda gezmekte olan Ermenilerin başında nereden geldiği bilinmeyen Keşiş Ahbar diye bilinen bir eşkıya bulunuyordu. Keşiş Ahbar ve adamları dağların yalçınlarından inerek, kasaba ve köyleri daha fazla taciz etmeye başladılar.
Eşkıya kasaba kapılarına gelince Türklerle birlikte Ermeni esnaf ve sanatkârlar da dükkânlarını kapattılar. Hayranoğlu Karabet, Kıskanoğlu Kirkor, İpekyan Hırant ve Keşiş Sarkiz’e, Lonca binasına gelmeleri için haber gönderildi. Keşiş Ahbar’a yakınlığı söylenen Karakin çağrılarak, eşkıyanın kasabaya girmemesi için her türlü tedbirin alınmış olduğunu,

7 / 9
yoksa neticeden yerli Ermenilerin sorumlu olacağını bildirmesini istediler. Karakin aşağıdan aldı. ‘Eşkıya eşkıyadır. Bunun müslimi, gayrimüslümi, tanıdığı, tanımadığı, akrabalığı olur mu? Gelenler Ermeni eşkıyası ise biz nasıl tedbir alalım?’ dedi. Kendisine son zamanlarda ortadan kaybolan Ermeni gençler soruldu. Karakin ‘bir kısmı Fransa’ya, bir kısmı Amerika’ya gitmiştir. Bir kısmı da aylak aylak gezmek ayıp olduğu için evlerinden çıkmazlar’ diye cevap verdi.  
Belediye reisi asıl can alıcı soruyu sordu: ‘peki içlerinden Ahbar’ın çetesine iltihak eden yok mudur? Bunları sürükleyip buraya getiren kim?’ Hepsi ağız birliği etmişçesine aynı şeyleri söylüyorlardı: ‘Onun orasını bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey varsa, bu gelen keşiş olamaz, Azna çetesidir’
Halbuki yalnız onlar değil, bütün şehir ortadan kaybolan gençlerin çetelere iltihak etmiş olduklarını duymuşlardı. İyi bilinen bir husus da Azna çetesi ile Keşiş Ahbar Çetesinin birleşmiş olduklarıydı.  
Keşiş Serkiz toplantıya gelmemiş, haber göndermişti: ‘Üzüntü etmesinler. Ben gelenlere haber gönderirim. Ne istiyorlarsa veririz, geçer giderler.’
Bu nasıl bir küstahlıktı ki o bu şekilde konuşabiliyordu. Müftü Hayrullah Efendi, ‘eşkıya ile pazarlık olmaz dedi. Kaymakam da halka yardım edebilecek, karakoldaki üç candarmadan başka silahlı kuvvetin bulunmadığını bildirdi.
Eşkıyaların gelip geçici olmadığı, kavurgalık buğday, kavurmalık et, yağ, un, peynir gibi kışlık yiyecek istiyorlardı. İsteklerin yerine getirilmesi, eşkıyaya boğun eğmek demekti. Çetenin isteğinin yerine getirilmemesine karar verildi.
Karakin tarafından netice çeteye bildirilmek istendi ise de kabul edilmeyerek, bir Türk tarafından karar bildirildi. Lonca’da beklemekte olan Belediye reisi, kasabayı korumak için müftü Hayrullah Efendiyi kumandan nasbetti ve bunu yazılı bir karar haline getirdi.
Sonraları bir haber geldi: ‘bunlar Azna’nın çeteleridir. Bir yanlışlık olmuş. Kasabadan bir şey istemezler. Bu taraftan girip öbür taraftan çıkacaklardır. Arapgir, Ağın üzerinden Hozat’a geçeceklerdir. Buradan başka yol yoktur. Bunda ne kötülük vardır?’
İmambeğ’in torunu Osman Bey ayağa fırladı. ‘Behey şaşkın gâvur! Bilmez misin ki, bu şehirden silahlı yalnız Osmanlı geçer. Ve bilmez misin ki, biz bu şehirde yabancı ayağı gezdirmeyiz? Canlarına mı susadılar? Var git haber ver. Geldikleri yere dönsün, gitsinler!’
Haber eşkıyalara böylece gitti. Gitti ama geceyarısından sonra şehrin birçok yerinden hep birden yangınlar çıkmaya başladı. Savunması mümkün olmayan konaklar yanmaya başladı. Yananlar arasında birkaç fakir fukara Ermeni evi de bulunuyordu. Kadıgil’in boşaltılmış evin alevleri göğü tutuyordu. Halk kendi evine mi yansın, hısım akraba ve komşularına mı sahip çıksın şaşırmıştı.
Gece karanlığından istifade eden eşkıyalar, atlı ve yaya kasaba içerisinden geçti. Palanga üzerinden Dumluca’ya doğru gittiler.

8 / 9
Mehtap, bulutların arasından bir çıkıp bir kaybolurken, alevlerin kızıl gölgeleri arasında, kasabanın pehlivanı, Kara Yeğen’in sokak aralarındaki haykırmaları işitiliyordu. ‘Hey Atmaca beyleri nerdesiniz? Hey şehrin hâkimleri nerdesiniz? Hey ağalarım paşalarım nerdesiniz?’
Kasabanın pehlivanı Kara Yeğen aklını kaçırmıştı. Sf: 135-139”  
Bu geçmiş zaman hatırasından da anlaşılacağı üzere, Müftü Hayrullah Efendi, şehrin hem din âlimliğini üstlenmişti, hem de düşmana karşı kumandan tayin edilmişti.
Kösepaşa hanedanının torunlarından olan Osman bey, 1906 yılında vefat ettiğine göre, 20, yüzyılın başlarında yaşanmış bir hadisedir bu. Müftü efendi de 1878 doğumlu olduğuna göre gençlik dönemlerine denk düşüyor.    
 
Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa ve delegelerle biraz soğuklaşsa da Atatürk’ün inkılâplarını her daim destekler, genç cumhuriyetin nimetlerinden faydalanmayı herkese tembihler, Türkiye’nin ilk ortaokullarından biri olan Nuri Demirağ Orta Mektebi’nnin açılmasına çok sevinir. İmkânları ölçüsünde, oğulları gibi kızlarını da okutur.  
Atatürk’ün 1937 yılında, Divriği İstasyonu’nun açılışı için Çetinkaya’ya kadar gelip, orada kendisini karşılayan Divriği Kaymakamına, “Müftü Hayrullah Efendi yaşıyor mu?” diye sorduğu söylenir. Yaşadığını öğrenince de gelmekten vazgeçtiği, karşılaşmak istemediği, yerine Fevzi Çakmak’ı gönderdiği nakledilir.  
Eski yaşlıların Müftü Efendi hakkında, “Eğer Atatürk ile ters düşmeseydi, Diyanet İşleri Başkanı olurdu” diye ifade ettikleri söylenir. Kongrenin sonuç bildirisini beklemeden, Erzurum’dan erken ayrılışına çok kızsa da Müftü Efendi’nin ilmine hürmeten dokunmadığı rivayet olunur.  
Evinin hemen yakınında bulunan, halk arasında “Müftü’nün Camii” diye bilinen Hamam-ı Süfla Camiinde hizmetini sürdüren Müftü Efendi, 1950 yılında vefat eder ve Söğütlük Mezarlığı’na defnolunur.  
Elli civarında el yazması tıp kitabı başta olmak üzere, diğer kitaplarının akıbetinin ne olduğu bilinmiyor. 70’li yıllarda ilçeyi baştan aşağı ikiye bölen karayolunun geçişi sırasında yıkılan evi ve taşınmalar, birkaç parça özel eşyasının dışında bir şeyini günümüze bırakmaz.  
Kongrenin 100. Yıldönümünde, bugünü bize armağan eden Yüce Atatürk başta olmak üzere, Müftü Hayrullah Efendi’ye, Erzurum ve Sivas kongrelerine katılan/katılamayan cümle delegelere, al kanlarıyla bayrağımıza renk veren komutanlara ve erlere, cephede ve cephe gerisinde hizmet eden gülle yürekli kadınlarımıza kızlarımıza, çocuklarımıza rahmet olsun.  
*
(Metni yazarken sorularıma usanmadan cevap verip, aile fotoğraflarıyla destekleyen, dedesinin adını taşıyan torun Sayın Hayri Seyhan’a, kardeşinin torunu Sayın Keriman Seyhan Kültür’e, bana kitabından faydalanma iznini veren Sayın Necip Günaydın’a, yardımlarından dolayı Sayın Doğan Kaya ve Ayşe Kaya çiftine çok çok teşekkür ediyorum. F.P)    
   Fatma PEKŞEN
    29-Ekim-2023

9 / 9
Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi (Ed. Zübeyde Yalın Ökten, Tarihçi Kitabevi, 2010, İstanbul)
Milli Mücadelede Sivas/108 Gün. (Ahmet Necip Günaydın. Sivas 1000 Temel Eser. 2019, Sivas)
Bir Şehrin Romanı Divriği- Devletin Unuttuğu Belde, Osman Kirişçioğlu-Mehmet Fatih Kirişçioğlu, Sancak Yayınları, 1997, Ankara) 

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?