“Tebdili mekânda ferahlık var” derler eskiler. Sahiden de öyledir. Zaman zaman bir ağaç altı, bir sokak gezisi, iki çift laf konuşacak bir dost ararız. Bilmediğimiz, görmediğimiz, merakımızı celbeden yerlere gitme arzusu taşırız. Bilgimizi görgümüzü artıracak, bildiklerimizi pekiştirecek şeyleri tanımak isteriz. Kiminde bir türbedir bu, kiminde tarihi bir kale, kiminde ise tadarak öğrenmek istediğimiz mahalli bir lezzet.
İşte biz de benzeri duygularla cennet yurdumuzun sağ alt köşesine doğru yola koyuluyoruz. Hayli serin bir kasım gecesinde bindiğimiz bineğimiz, serin bir kasım sabahında Diyarbakır surlarının önünde bizi indiriyor. Mis gibi bir hava bizi buyur ediyor. Hangi tarafa bakacağımızı şaşırıyoruz.
Bilinen en uzun surlardan olduğu söylenen koyu renk taşlarla bezeli surların uzunluğu yaklaşık 5.5 kilometre. Çeşitli hayvan figürleri ve gök cisimlerinin sembolleriyle bezeli surlarda, çeşitli devirlere ait kitabeler de yer almakta. Dağ Kapı, Mardin Kapı, Urfa Kapı, Küpeli Kapı ve Fetih Kapısı adlarıyla anılan kapıları, Keçi Burcu, Ulu Beden Burcu ve Yedi Kardeşler Burcu diye bilinen burçları yer yer yıkılmış olsa da görülmeye değer. Sabahın erken saatleri olması hasebiyle sisler arasından görünen Evsel/Hevsel bahçelerinin buğulu manzarası ise ayrı nefasette bir görsel şölen. Dicle Nehri ile birbirlerine sırlarını fısıldayan bahçelerde her türden nebatat yetişmekte, pek çok türden hayvanat yaşamakta.
Hasanpaşa adıyla maruf, tarihi özelliği bulunan, içinde ve yola bakan kısımlarında yer alan esnaf dükkanları, atölye, lokanta, kafeterya türü işyerleriyle geniş bir alanı kaplayan yapıyı, Sokollu Mehmet Paşa’nın oğlu, Osmanlı vezirlerinden Hasan Paşa’nın 1537’de yaptırdığı biliniyor. Nice kervanlara ev sahipliği yapmış, nice hacı adayını Hicaz’a yolculamış olan mekân, buram buram tarih kokuyor.
Handaki bir mekânda yaptığımız kahvaltının ardından merakta olduğumuz şehri adımlayamaya başlıyoruz. Hangi tarihi unsurun önünde fotoğraf çektirmeye karar veremiyor, her gördüğümüz yeri karemize almaya çalışıyoruz. Başka birçok gezginin de yer aldığı sokaklar cıvıl cıvıl.
Bizler gibi Anadolu’nun tam ortasında yaşayanların alışık olduğu toprak evlere buralarda rastlamak mümkün değil. Gözümüzün eriştiği her yerde düzgün kesme taşlarla vücuda gelmiş binaları görüyoruz. Sokağın sesi, kendi konuşmalarımız, “hoşgelmişsiniz, buyrun bir kahvemizi için” diyenlerle, motosiklet, araba, kedi, kuş -ve hatta ağustosböceği- sesleriyle ilerliyoruz.
Bir başka tarihi binanın önünde duruyoruz. İçeride göreceklerimizi hesaba katmadan, kendimizi birer Ara Güler sanıp! dokunuyoruz fotoğraf çekme tuşlarına. Asırlar öncesinden gelen Ulu Camii geniş bir alanda bizi kucaklıyor. Minaresinden güneş saatine, Yazma Eserler Kütüphanesi’nden şadırvanına, kubbesinden, ahşap tavanına, mihrabından, taş kabartma figürlerine kadar insanı zaman yolculuğuna çıkaran Ulu Camii’de, neredeyse tarih ötesinde kalan insanların sesleri işitiyoruz.
İmam El Cezeri’nin yaptığı güneş saatinin sekiz yüz yıldan fazladır vazife yaptığı biliniyor. On iki dilimli oymalara, ortadaki çengel biçimli nesnenin üzerine güneş vurup gölge ulaştırmasıyla zamanı haber veriyor. Zarar görmemesi açısından zaman içinde demir korkuluk içine alınan saat, ziyaretçileri başına toplamayı beceriyor.
Akabinde On Gözlü Köprü diye bilinen Mervani Köprüsü’nü ziyarete gidiyoruz. Civarın yeşilliği ve sükuneti bizi bağrına basıyor. Kendi türküsünü çığıran Dicle Nehri, köprünün on gözünden balıkları, ördekleri, köpükleriyle çağıldayarak akıyor. Tertemiz havayı ciğerlerimize doldurmakla kalmıyor, kimimiz köprü üstünü adımlıyoruz, kimimiz nehre nerdeyse sıfır durumda olan kıyıda çay, kahve gibi içeceğimizi yudumluyoruz. Hani insan bazen zamanın durmasını, an’ın donmasını ister ya, öylesi bir duyguyu yaşıyoruz işte. Hepimize iyi geliyor.
Görme açlığıyla kolaçan ettiğimiz, duyma merakıyla dinlemeye çalıştığımız yerleri, başka diyarlara da gitmek mecburiyeti dolayısıyla bir süre sonra noktalamak zorunda kalıyoruz. Şeyh Mutahhar Camii’nin dört ayaklı minaresine el sallıyor, vakit darlığından dolayı ziyaret edemiyor sadece bakışıyoruz. Aklımda başta Ziya Gökalp’in, Cahit Sıtkı Tarancı’nın, Ahmet Arif’in müzelerini, şehir müzesini görmediğimin hüznü kalıyor. Başka camilerin, hanların, hamamların, kiliselerin, konakların olduğunu bilmenin burukluğuyla, başka sefere de meşhur karpuzunu tatmanın planını yapıyorum.
Aracımıza yeniden biniyoruz. Diyarbakır Seyrüsefer Âmirliği’nden ağır vasıta ehliyeti almak için, samimi arkadaşıyla birlikte, askerlik sonrasında bu şehirde kırk gün kalan babamın anlattıkları aklıma geliyor. Hüzün duyuyorum. Gece yolculuğu yapmış, bir türlü uyumayan kişilerden birisi olarak, bastıran güneş ve uykunun tesiriyle iyice mayıştığımı hissediyorum. Gözümü birkaç kez kapatıyorum ama bir türlü dalamıyorum. Aklımda bin düşünce, arabamızın müziği, arabadaki afacanların meraklı konuşmaları, telefonlara gelen mesajlar buna fırsat vermiyor.
Boz topraklarda ilerlerken kâh baraja rastlıyoruz, kâh petrol çıkartılan yerlerdeki at başı adı verilen makinelere. Raman Dağı, geniş alanın hamiliğini üstlenmiş gibi görünüyor. Batman’ı hayli gelişmiş bir yer olarak aklıma kazıyorum. Hasankeyf’i de. Sular altında kalan köyler, mezarlıklar, göçürülen türbeler, kıyılarda sandallar…
Bizans, Sasani, Emevi, Hamdani, Mervani, Artuklu, Selçuklu, Eyyübi ve Osmanlının izlerini taşıyan bölgedeki pek çok tarihi binanın sular altında kalmış olması insanı üzüyor. Rehberimiz sular çekildiğinde, civardan göçenlerin gelip kendi evlerini gördüğünü, duygulu anların yaşandığını anlatıyor.
Her zaman haberlerde isimlerini duyduğumuz bölge ve mevki isimlerinin yanı başından geçmek insanı farklı duygulara sevk ediyor. Sıcakta bize biraz uzunca gelen, boz renkli bir yolculuktan sonra Midyat’a giriş yapıyoruz.
Midyat için, sımsıcak ve samimi tavırlarıyla daha ilk baştan sizi cezbeden insanların kenti dense yeridir. Diğer gezginler ne düşünür bilemem ama içimden geçenler böyle. Bölgenin diğer yerlerinde olduğu gibi buranın mimarisi de taştan oluşuyor. Minareler kiliselerle, çanlar ezanlarla kucaklaşıyor. Ezidi, Süryani, Arap, Kürt, Türk iç içe ve hepsinin gözlerinin içi gülüyor.
Dizi filmlerin çekimlerinin de yapıldığının söylendiği tarihi konakları, kaçakçılar denilen esnafı, çarşıyı arşınlıyoruz hep birlikte. Yöreye daha önce gelmiş olanlar, attıkları adımları bilerek ilerliyorlar. Benim gibi ilk gelenler ise antenlerini daha da açarak… Yöre ürünlerinin ikram edildiği, sadece Halfeti’de yetiştiği bilinen karagül kolonyalarının döküldüğü, kiminde bağlama, kiminde cura, kiminde ud ile müziklerin çalındığı, bazen şıkır şıkır oynayanların, bazen halaya duranların olduğu zaman dilimi keyifli geçiyor.
Midyat. Telkârinin harman yeri; kefiyenin, pullu, rengârenk yemenilerin de. Elbette Süryani şaraplarının da. Herkes merakını celbeden nesnenin başına geçiyor. Ezidi kadınlarının saçlarını ortadan ikiye ayırdıklarını, siyah renk giysiler giydiklerini anlatıyor kılavuzumuz. Zaten bölgeye girdik gireli, uzun kadife, ipekli kumaşlardan dikilmiş elbiseleriyle, belleri kemerli, başları iri motifli oyalarla süslü beyaz tülbent kuşanmış yöre kadınlarını görüyoruz. Şalvarlı, kefiyeli, kasketli, uzun fistanlı bu görüntüler çok hoşuma gidiyor. Tam bir renk cümbüşü.
Midyat’tan sonraki durağımız Mardin. Çokça merak ettiğim yerlerden birisi. Yolun bir geçesi yeni Mardin, bir geçesi eski Mardin. Bir tarafı çokkatlılarla göğe erişmeye çalışıyor, diğer tarafı, bir evin damının diğer evin avlusu olduğu zamanların mütevazı durağanlığında. Otelde yemeğimizi yiyor, sonra da bu taş kenti tanımaya çıkıyoruz. Eski Mardin bir avuç ışıltı halinde.
Rehberimiz kaptan şoförümüzle birlikte bizi düz bir yere kadar götürüyor. Sonrasını ise merdiven tırmanarak, dar sokaklarda yürüyerek tamamlıyoruz. Her on beş metrede bir merdivenlerin olduğu söyleniyor. Çoğunda artık o eski kalabalık aileler olmasa da tek tük yaşayanlar mevcut. Yüksek duvarların gerisinde yaşayanları, avlularda oturanları, ışıkları yansa bile görmenin imkânı yok. Aile mahremiyeti bu olsa gerek.
Kafe, otel, atölye, hediyelik eşya, kurum hizmetlerinin yer aldığı taş binalarda, taş oymacılığının güzel örneklerini de görmek mümkün. Nereden girip nereden çıktığımı fazla anlamasam da her tırmanışta Mardin Kalesi’ne biraz daha yaklaştığımızı fark ediyorum. Kale, askeriyenin konuşlandığı bir merkez olup, can güvenliği açısından yaklaşılması yasakmış. Zaman zaman avize gibi ışıkların süzüldüğü, ilgincimize gelen tokmakları, çeşme, kapı gibi yerleri telefonumuzun imkanları ölçüsünde sabitlemeye çalışıyoruz.
Dar sokakların uygun bir alanında rehberimiz bizi durduruyor. Aşağıdaki ışıkların en net buradan göründüğünü söylüyor. Sol cenahtakinin Kızıltepe, en uzaklardaki ışıkların ise Suriye’ye ait olduğunu bildiriyor. Yaşanan savaşlar, yitirilen insanlar, cümle canlılar ışık hızıyla zihnimden geçiyor. Ve eşsiz mimari eserlerin de ebediyyen yok olduğu aklıma geliyor. Tümünün insanlık suçu olduğunu düşünüyorum.
Ayaklarımız yorulmuş olsa da tanıma merakımız daha ağır basıyor. Ulucami’nin değişik tarzdaki minaresini izlemek bile hepimize iyi geliyor. Sessiz sokakları geldiğimizi gibi geri inerek çarşının ışıltılı kalabalığına karışıyoruz. Artık hediyelik eşya dükkanlarını ziyaret etmenin vakti. Yöre bademlerinden, fıstıklarından elden edilen ürünler, Mezopotamya adı verilen kolonyalar, başka kozmetik ürünler, çeşitli çerez ve şekerlemeleri gücümüz nispetince almaya çalışıyoruz. Otele vardıktan sonra hanımlar arası sohbet faslı yapıyor, sabah buluşmaya niyet ederek odalarımıza çekiliyoruz.
Sabahki durağımız Dayrül Zafaran Manastırı. Erken saatte yaptığımız kahvaltıyı müteakiben yola düşüyoruz. Gece tam da anlayamadığımız Mardin’i bir de güneş ışığında görmenin bahtiyarlığıyla ilerliyoruz. Boz renkli toprak örtüsündeki ağaçlar gene badem, fıstık ve narlar. Okaliptüsler, incir ağaçları, biberiye çalıları da ayrı bir renklilik veriyor.
Girdiğimiz manastır bahçesindeki sürprize şaşırıyoruz. Zira Pazar ayini münasebetiyle içeri giriş saati iki saat sonraya kaymış vaziyette. Elbette güzergahtaki başka mekanlara gidiyor, daha sonra tekrar geliyoruz. Manastır ve bahçesi çok bakımlı. Başka gezginlerin de bulunduğu yer epey kalabalık. Yurdun diğer yerlerinden gelenlerle ayak üstü tanışıp halleşiyoruz. Üç beş dakikada can ciğer kuzu sarması oluyor, ayrılırken telefon numaraları adresler verip, alıyoruz. Canım yurdumun canım insanları, işte biz buyuz.
Yurt dışında yaşayan, ya da yarı zamanlı gidip gelenlerin de bulunduğu kafiledeki bayrak sevgisi dikkatimi çekiyor. Gördükleri her ay yıldızda duygulanıyor, hemen hemen hepsinin resmini çekmek istiyorlar. Çok şükür ki al bayrağımız her tarafta şanla dalgalanıyor. Göğsümüz bu gururla dolup taşıyor. Yeterince doyamasak da buraya da vedanın vakti geliyor.
Yollar gitmek içindir; biz de öyle yapıyoruz. Ve acı mırra içen ağaların beylerin yurduna doğru dönüyoruz.
Urfa. Harran Ovası denilen düz bir arazide kurulmuş. Üstelik de hayli verimli. Orta Anadolu’da olmayan fıstık ağaçlarını tanımakta zorlanıyoruz. Nar ağaçları, zeytin ağaçları ve fıstık ağaçları, incirler, üzüm asmaları gözümüzün eriştiği pek çok yerde bulunuyor. Yöre tarımını anarken, tarlalar dolusu mısır ile pamuğu da unutmamak gerekir. Mezopotamya denen, Fırat ve Dicle’nin, küçük nehirlerin, baraj göllerinin arasındaki arazilerin bu denli verimli olması Allah’ın bu bölgeye bir lütfu.
Gezi güzel de güneşin cömertliği, yolu uzak kılıyor gibi. Kasım ayında dahi hayli sıcak olan Urfa’nın yaz aylarını düşünmek bile istemiyorum. Şirin bir kadın olan rehberimiz Gülcan hanım, birazdan varacağımız Göbeklitepe’nin tarihçesini, bulunuş serüvenini anlatıyor. Tarihin sıfır noktası diye lanse edilen bu özel yere yaklaşırken, daha uzaktan kilometrelerce araç kuyruğunun olduğunu görüyoruz. Belli bir nizama göre girilen mekân, herkesi merak içinde bırakıyor. Sabahtan beri üzerimde olan ağırlık, -sanırım tansiyon meselesi- aşağı inmemi engelliyor. Diğer arkadaşlar girse de biraz araç içinde, biraz araç dışında vaktimi dolduruyorum. Ziyaret sonunda, çektikleri fotoğraflar ve gördükleriyle donanmış vaziyette gelen dostlar, mütebessim bir çehreyle yerlerini alıyorlar.
Yolcu yolunda gerek diyor, arkadaşların çektikleri fotoğraflara, bölgeye eklenecek başka tepelerin de kazılmakta olduğunun haberine yorum yapa yapa ilerliyoruz.
Nihayet, tarihteki konumundan dolayı şanlı unvanını alan peygamberler şehrine giriyoruz. Caddeler, binalar, bitki örtüsü, trafik insanda düzgün bir intiba bırakıyor. Önce Eyyübiye sınırları içindeki Hz. Eyüp peygamberin makamına uğruyoruz. Hayli kalabalık olan yerde, camii, çeşmeler, hediyelik eşya yerleri ve Hz. Eyüp’ün çilehanesi bulunmakta. Daracık yerlerde ibadet aşkıyla yaşayıp, türlü sıkıntılar çeken mübarek zatların tevekküllerinin yanında, bizlerin koca dünyaya sığamayışımız, bizi iç dünyamızda kendi kendimizle hesaplaşmaya itiyor.
Ziyaretimizin akabinde otelimize gidiyoruz. Zira dinlenme ve yerleşme faslını takiben sıra gecesi programımız var. Oraya hazırlanmamız gerekiyor. Şişmiş ayaklarımız, yorgun bedenlerimizle biraz dinlendikten sonra, denilen saatte yola koyuluyoruz. Otele fazla uzak mesafede olmayan mekâna yürüyerek gidiyoruz.
Bahçesinde de misafir ağırlanabilen, aynı anda çok kişiye ev sahipliği yapan yer, eski bir hamamdan restore edilmiş vaziyette. 1700’lü yıllarda Urfa Mutasarrıfı Arapgirli Yusuf Paşa tarafından, Yusuf Paşa Camii’ne vakfiye olarak yaptırılmış. Dönem içinde yıpranan, son yıllarda da kapısına kilit vurulan hamam, işinin ehli belediye reisinin gayretleriyle, tarihi dokusuna zarar vermeden turizme kazandırılmış. Dost başına diyelim.
Hepimizi meraktayız. Televizyonlardan bildiğimiz, milletçe sevdiğimiz ve ilk defa katılacağımız gecenin çeşitli ritüelleri olduğunu biliyoruz. Ayakkabılarımızı çıkarıp, edeple yerlerimize oturuyoruz. Bizden başka grupların da olduğu sıra gecesinin en güzel konukları ise Kıbrıs gazileri. Alanında usta olan yerli müzisyenlerin hazır bulunduğu program, en güzel türkülerle başlıyor. Yapılan ikramların, sempatik davulcunun yaptığı figürlerle insanların gönlünün mutmain olduğu anlar herkeste ayrı duyguya yol açıyor. İçlenip gözyaşı döken de var, kalkıp bir iki tur oynayan da. Solist ve ekibinin Kıbrıs gazilerine özel okudukları Tuna Nehri marşı, herkesi coşturuyor.
(Urfa’da eşiyle birlikte polislik yapan akraba oğlunun bendenizi ziyarete gelmesi de benim için ayrı bir keyif oluyor. Küçük çocukları olduğu için geceye katılma imkanları olmasa da bahçedeki mekânda bir süre hasret gideriyoruz.)
Asla alkolün girmediği, asırlardır süregelen bir Urfa geleneğini yerinde görmek herkese iyi geliyor. Yurdun çeşitli yerlerinde benzer uygulamalar oluyor zaten. Oda açma, sıra gezme, yaren toplantısı, herfene (arifaneden galat) gibi adlarla düzenlenen bir çeşit eğitim müessesesi. Sıra gecesinin de sonu geliyor nihayet. Geldiğimiz yolu, daha da uzatarak tertemiz havayı ciğerlerimize çekerek geri dönüyoruz. Uykuya Urfa’nın kollarında teslim oluyoruz.
Erken yapılan kahvaltının ardından ilk durağımız, çokça merak ettiğim yerlerin başında gelen Balıklıgöl. Halil ür Rahman’ın sakin atmosferi daha bölgeye girmeden kendini belli etmeye başlıyor. Otu ağacı, kaldırım taşı, köprüsü, minaresi kubbesi, gölü ve balığıyla apayrı bir dünya. Camiini ziyaret ediyoruz önce. Balıklarla, güvercinlerle halleşiyoruz. Suyun içinde kıpraşan balıklara, balık yemi satan bir dededen aldığımız yemleri atıyoruz.
Nemrut tarafından Hz. İbrahim’in mancınıkla atıldığı ateşin suya, odunların balığa dönüştüğü rehberimiz tarafından bir kez daha hatırlatılıyor. Nemrut’un kızı Zeliha’nın da üzüntüsünden kendini attığına inanılan, gözyaşlarının suya döndüğü söylenen ve günümüzde Aynzeliha Gölü diye adlandırılan yeri geziyoruz. Urfa Kalesi’nin kucakladığı alan hayli yeşillik. Gezinti yerleri, düzgün yolları ile insana ferahlık veriyor.
Balıklıgöl ziyaretimizden sonraki durağımız yöre ürünlerinin takdim edildiği duraklardan birisi. Hem ikramlarını tadıyoruz, hem de eve götürmek için üçer beşer bir şeyler satın alıyoruz. Sumak ve nar ekşileri, biber ve domates salçaları, sebze kuruları, pekmezler, karagül kolonyaları, kahveler… Çıkışta, Haliliye Belediyesi’nin gözetiminde gezilen mağaraları adımlıyoruz.
Kim bilir hangi uygarlıkların yaşandığını, ne duyguların galeyana geldiğini anlamaya çalışarak, ayaklarımız geri geri gitse de yeniden bineğimize biniyoruz. Kıvrıla büküle gittiğimiz yolun ucunda Halfeti var. Halfeti ve Savaşan Köyü. Bozkırın ortasında deniz görmüş gibi oluyoruz. Gözlerimiz ışıldıyor.
Etrafımız, su kaya ve gökten ibaret gibi görünüyor. Tatil günü olması sebebiyle burası da gene şenlikli. Turlar, özel araçlar, yürüyenler, sohbet edenler, tekne turuna hazırlananlar…
Güvertede yerlerimizi alıyoruz ve al bayrağımızın nezaretinde suları yarmaya başlıyoruz. Buradaki rehberimiz farklı birisi. Köyün tarihçesini, akıbetini, Kral Kızı Mağarası’nı, doğal güzelliklerini anlatıyor. Şerefesinde al bir bayrağın bizi selamladığı minareyi, biraz da hüzünle izliyoruz. Kıyıya ulaşıp, biraz soluklandıktan ve bir şeyler içtikten sonra aynı güzergahtan geri dönüyoruz. Zira kıyıdaki lokantada yemeğimizi yiyecek, artık dönüş yoluna doğru harekete geçeceğiz.
Akreple yelkovanın vites attığı zaman diliminde, görsel şenlik yaşadığımız buradaki mevcudiyetimizi noktalayıp, Antep’e yönümüzü vuruyoruz. Türkiye’nin yedinci büyük şehri olduğunu söyleyen rehberimiz, arada hangi şehre giriyorsak oranın müziklerini çalmayı ihmal etmiyor. Vaktin akşama yaklaştığı bir saatte merkeze vasıl oluyoruz.
Daha ilk anlarda Antep Kalesi’ni arkamıza alıp pozumuzu vermeyi ihmal etmiyoruz. Serbest saatimiz kısa ve Bakırcılar Çarşısı’nı görüp dönmeye ancak yetiyor. Özel bir bölgede kurulu olan bu kadim kent de kişilikli bir yer olduğunu daha ilk adımlarda belli ediyor. Tatlının, bakırın, fıstığın, yemeninin, hanların, hamamların, camilerin, kiliselerin ve daha birçok önemli yapının harmanı konumunda. Antep konulu birkaç kitap okumuşluğum var. Az çok biliyorum ama birkaç saatte anlaşılacak gibi de değil.
Gün geceye doğru ilerlerken burayı da terk ediyoruz. Hem de rahmetle! Çisil çisil yağmurun yağdığı bölgede, tünellerin çokluğu dikkatimi çekiyor. Daha önce bir kitap etkinliği için gittiğimiz Maraş’a gece karanlığında giriyoruz. Karanlıkta ilerlediğimiz için, onca merakımıza rağmen, bölgenin depremden ne denli etkilendiği hakkında bir yorum yapamıyoruz. Dualarımız göçenlere rahmet, kalanlara sabır dilemekten ibaret oluyor.
Yağmur eşliğinde girdiğimiz yol üstü mekanlardan birinde dondurma molası verip, Sivas’a kavuşmak için tekrar yerlerimize oturuyoruz. Şimdi neresi olduğunu kestiremediğim bir tünelin girişinde Abdürrahim Karakoç’un ismini okuyorum. Bir zamanlar aynı gazetede sütun arkadaşlığı yaptığımız şairimize rahmet diliyorum.
Mırrayı, kahkeyi, çigküfteyi, kutsal kabul edilen suları, ağaçları, mekanları, samimi insanları, bakırıyla, telkârisiyle kokularıyla birlikte dimağımıza nakşediyor, tekrar gelmeyi diliyoruz.
Köyler, ilçeler, ışıklar, farlar, otobüsün müziği, içimizden birçoğunun uyku moduna geçtiği dakikalar derken, nihayet cânım Sivas’ın topraklarına düşüyoruz. Doyduğun yer derler ama biz hem doğduğumuz, hem doyduğumuz yerde daha da mutlu olduğumuzu hissediyoruz. Birlikte yolculuk yaptığımız dostlarımıza vedamızı yapıyor ve yuvalarımıza doğru hareketleniyoruz.
Hasılı güzeldi. Nicelerine…
Tur görevlileri Taner ve Seyfettin beylere, rehberimiz Gülcan hanıma, kaptan şoförümüze, müzisyenlerden otelcilere, satıcılardan garsonlara kadar emek çekenlerin cümlesine minnetle…