Suvaslı Sadık Emmi

Hatem TÜRK
Hatem TÜRK
Suvaslı Sadık Emmi
15-04-2024

Fakültedeki odamda dünyalık işlerden uzaklaşarak ayaklarımı masaya uzatıp Karadeniz’in hava durumuna göre değişik haller alan güzelliklerini izlediğim nadir anlar vardır. Bunun için ya çalışmaktan yorulup iflas eden bedenimi ve ruhumu dinlendirmek isterim yahut bir kitap ya da makalenin yayımını bitirip dinlenmeye bırakırım. O gün profesörlük dosyamı tamamlayıp rektörlüğe teslim etmiş, yeni kitabımın işlerini büyük oranda tamamlamış ve doktora öğrencime okuması için vermiştim. Yapacağını yapmış olanların keyif ve rahatlığı ile telefondan sosyal medya sayfalarında gezinirken gözlerim bir fotoğraf ve üzerindeki yazıda asılı kaldı.

            “Köylümüz Sadık Güleç dün gece Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi…”

            Ayaklarımı masadan yere atıp ayağa kalkmanın oluşturduğu gürültü kısmen de olsa toparlanmamı sağladı. Telefonda en çok konuştuğum abimi aradım. “Yoldayız” deyince “ben de çıkıyorum” deyip hızlı bir şekilde bilgisayarı kapatıp yola koyuldum. Saat 15:00 civarıydı ki acele etsem geç saate kalmadan memlekete ulaşabilirdim.

**

            İnsanın düşünmek için en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biri de yalnız başına yolculuk yapmak oluyor. Karadeniz’in kıvrımlı vadilerinden geçerken hem birbirinin devamı hem de birbirinden bağımsız görüntüler gelip geçiyor önümden. Düşüncelerim bazen yaşanan bir olayı, bazen bir anın fotoğrafını bazen de kişileri sunuyor.

            Sadık Emmi, amcamın oğludur. Aramızda otuz yaş fark var. Ve ortanca çocuğu olan tek oğlu Haşmet’le adeta birlikte doğduk ve büyüdük. Bu yüzden belki ölenden çok Haşmet çıkmıyor aklımdan. Haşmet’in ablası Hilal de her şeyiyle iç içe olduğumuz bir yaşamın yorgunu. Ağabeyim liseden sonra Ankara’da onların evinde dershaneye giderken Sevgi yengem Hilal’e hamileymiş. Çok popüler olan Huzur Sokağı romanının iki kahramanı Hilal ve Bilal’den birini doğacak çocuğa isim vermek istemişler ve kız olunca çocuğa Hilal ismini vermişler. Almancı bir ailenin Türkiye’de kalan parçası zavallı Hilal bu ayrıntıyı her seferinde deme gereği duyar. Nasıl duymasın ki hayatının tek saadet hikâyesi budur belki. Ana rahminde bile huzurdan uzak yaşayıp Kangal, İstanbul, Mersin, Bursa, Ankara, Yalova, Sivas, Berlin, Stutgart gibi yerlere savrulup duran tamamlanmamış bir ömrün sahibi hangi huzuru anlatacaktı ki.

**

            Sadık Emmi, emekli olduktan sonra 1980’lerde alel usul yaptırmış olduğu köydeki taş ve kerpiç evlerine dönmeyi tercih etti. Buranın yaşanabilir olması için yıkılıp yeniden inşa edilmesi ya da içine oturulup yavaş yavaş tamir edilmesi gerekiyordu. Zira çatıdan başlamak üzere kerpiç duvarlara kadar evin hemen her yeri sorunluydu.

            Yarısı Türkiye, yarısı Almanya’daki diplomayla vilayetin belediyesine girip oradan imar müdürlüğüne yükselen Haşmet’le düşünüp ikinci yolu tercih ettiler. Ömrünce susup kocasını, çocuklarını, ana babasını, kardeşlerini bir düzene sokmaya çabalamış olan Sevgi ablam da sonunda patlayıp “erim er olsun, evim çalı dibi olsun” deyip evi düzene soktular. Üst katı biraz geri çekip yeni evlenen Haşmet’e ayrı bir ev yapmalarının sonucunda ilk kıştan sonra baharla birlikte patlayan suyun, kerpiç binanın tüm duvarlarını eritmesiyle hatalarını anlasalar da iş işten çoktan geçmişti. Sevgi ablamın herkesi huzura çekmek için ikinci hamlesi Haşmet’e yeğenini almak oldu. Ancak o da beklenen etkiyi yapmadı. “Kardaşımın kızından gelinim / Arşıalaya çıkar yalınım” dese de hayat devam ediyordu. Eski binanın üstünü ziftle kaplayıp üstüne izolasyon malzemesi çekerek onun üstünü pahalı mermerle kaplamaları da altı toprak olan binayı kurtaramadı. Neyse ki alt katı pek çok direkle tahkim ederek sağlam duvarlarla örmeleri evin yaşanılabilirliğe devam etmesini sağladı.

**

            Sadık Emmi kesin dönüşten sonra evlerinin önüne küçük odacıklarla atölyeler kurmuştu. Bunların birinde Almanya’daki mesleğinden kalan ahşap işçiliğe dair alet ve makineler vardı. Diğerinde spiral, kaynak makinesi gibi yine Almanya’dan getirdiği çok değerli eşyalar, son odacıkta da kazma, kürek, tırmık gibi küçük tarım aletleri vardı. Bunlarla da evin üstünde açtığı küçük arazisinde yetiştirdiği bostan ve ağaçlarına hizmet ediyordu. Burada kendisine küçük bir kulübe inşa etmiş, ahşaptan kanepeler, masalar yapmıştı. Kulübenin tam cephesine bir de bahçedeki ağaçları gösterir şema hazırlamıştı. Bu şema bana İkinci Yeni şiirindeki deneysel şiirleri andırmaktaydı. C1 (ceviz1), Ç3 (çam3), K2 (kayısı2)… Bu ağaçları ve küçük bostanı sulamak için de mimari harikası demeye sağlam deliller isteyen bir sulama şebekesi kurmuştu. Musluk suyunu toplayan tankerler bahçenin her iki tarafına yerleştirilmiş bunlardan küçük borularla ne zaman ne şekilde ağaçlara gideceğini tam olarak idrak edemeyeceğim bir düzenek yapılmıştı. Müthiş bir planlama ve işçiliğin ürünü olan bu genel ağa bakarken Alman disiplinine hayranlığımı gizleme gereği duymuyordum. Bizlerin plastik boruyu çiviyle ya da ateşte eritip birleştirmeye çalıştığımız dünyada o profesyonel bir su tamircisini çatlatacak dikkatte çalışıp sağlamlıktan taviz vermiyordu.

**

            Sadık Emmi’nin babası, yani benim amcam işten güçten yüzü olmayan, nerde bir davul sesi duyarsa o tarafa yönelip halay çeken ve bilhassa sinsin gibi dövüş oyunlarından hazzeden bir adam olduğundan çocukları da küçüklükte perişan olup eli iş tutmaya başlayınca önce İskenderun’a gitmeye başlamış. Sadık Emmi de orada inşaatta çalışmaya başlamış. Ancak o da her köylüsü gibi evine beş kuruşsuz olarak dönmüş. 1970’lerde Almanya’ya gidenlerin peşine takılıp gitmiş. Buradayken babası kendisine mektupla köyün sevilen ailelerinden birinin kızını isteyeceğini yazmış. O da kabul edince yıllık izninde hem nişanlanmış hem de düğün yapmışlar.

            Düğünden birkaç gün sonra Sadık Emmi gurbetin yolunu tutarken dayımın kızı olan yeni gelin de halasının yanında, yani bizde kalmış. Sadık Emmi de benim babam gibi yıllık iznine geldikçe eşini görmeye başlamış. Böylece amca yeğen Almanya’da bizler de köyde beraber büyümüşüz. Haşmet’in annesi bizim de ablamız olmuş.

*

            Küçüklüğümde ona dair hatıralar hep banyo yapmakla ilgili. Kalabalık aile yaşantısında özellikle kış aylarında banyo yapmak en büyük sorunlardan biriydi. Evin ancak bir odasında ve dışarıya bir boruyla verilen gider borusuyla tahliye edilen ve suluk adı verilen bu mıntıkada yapılabilen banyo çok nadir zamanlarda olabiliyordu. Soba yanacak, sıra sizde olacak, sizi banyo yaptıracak kişinin keyfi olacak, sobanın üstündeki güğümde su olacak. O sular köyde ancak üç tane olan çeşmelerden taşınmış olacak. Dolayısıyla ağız tadıyla o saadet anlarına ulaşmak için çok nadir zamanlara ihtiyaç vardı. Ancak bir de bizim aileye özel bir durum vardı ki bu da benim saadetimin önündeki en büyük engel olmaktaydı. Ben sürekli yıkanılmamaktan, ilgisizlikten şikâyet ederken ortaokula giden ağabeyim Ömer de nefret ettiği banyoya bir iki ayda da olsa zorlanmaya tahammül edemez adeta evin altını üstüne getirirdi. Ondan birkaç yaş büyük olan ablamın yoğun itirazlarına dayanamayan anam, her zaman ilk ve son çare olan Sevgi ablama başvururdu. Ancak onun kaba kuvvetteki otoritesi annem ve ablamın da yardımlarıyla ağabeyim birkaç saat içerisinde adeta tanınmayacak düzeyde renk değiştirirdi. Bu sürecin yorgunluğunda sıranın bana gelmesi için sessiz ve küskünlükle zamanımı beklerdim.

*

            Sadık Emmi Almanya’da ilk başlarda inşaatlarda çalıştıktan sonra onun titizliğini keşfeden birinin teklifiyle ahşap işçiliği yapan bir ustanın yanına girmiş. Burada trabzan, merdiven, parke yapımını öğrenmiş. Zamanla ustalaşıp kendi deyimiyle “pirivat” işler yapmış ve nihayet atölye kurduktan sonra da otuz yıl pek çok iş yapmış. Yaptığı güzelim işlerin fotoğrafını herkese gösterip beğeni ifadelerini duymaya bayılırdı.

            Köye yerleştikten sonra da kazma, kürek, keser sapı; pencere, kapı kurulumu gibi konu komşunun işlerine koşmaktan geri durmamış kalan zamanını hayır hasenatla geçirmişti. Çok nadir de olsa köyün içinden geçerken bile mutlaka tulumla dolaşır, kulak arkasında kırmızı bir usta kalemi ve yan cebinde de ahşap bir metre olurdu. Yol boyunca biri soru sorduğunda elini cebine atar metreyi çıkarırdı. Çalışırken dudak tiryakisi olduğu sigarasını ancak yakarken fark ederdi. İş yaparken sıklıkla su kaynatır ve kahvesini eksik etmezdi. Köylüler onun kendine özgü halleriyle hem eğlenir hem de her işlerini ona buyururdu.

            Beni ise doğrusu bu ya pek de sevmezdi. Zira köyde pek çok kişiyle olduğu gibi benimle de belki nahoş bile denilemeyecek ufak bir sorun yaşamıştı.

            Yazar olduğumu bildiği için bir gün beni gizli hazinelerle dolu olduğu izlenimi verdiği odasına götürüp küçük bir sandığı kucağına aldı. Son derece duygusal anlar yaşayıp bana “neler yaşadım ben neler” der gibi ve bunu yazmayı becerip beceremeyeceğimi tartarcasına derin derin yüzüme baktı. Bense Almancılarla dolu bir çevrede doğup büyümüştüm ve bu çevredeki herkes gibi bu durumu fırsata çevirmek istedim. “O iş çok kolay, yaparım” dedim. “Ama bunu yapabilmem için bana masa yapmalısın!” diye sohbeti emrivakiye döktüm. Tamam, deyince şartlarımı sıraladım. “Öyle her masa olmaz! Ceviz olacak, büyük olacak…” İçimden, “senin nasıl bir hikâyen olabilir ki” diyordum.

Bunun için çok güzel ceviz tahtalar ve ayaklar buldum. Onları sildirmek, hazırlamak da birkaç yılımı aldı. Ortaya çıkan malzemeyle beni karşılaştırdığında bunlardan çıkacak masayı bana çok gördüğünü tavırlarından anlamıştım. Hatta öyle ki o masayı bana yâr etmemek için kitaptan bile vazgeçmişti. Ama ben işin peşini bırakmaya niyetli değildim. Bir yandan Haşmet’i diğer yandan Sevgi ablamı elde edip etrafını kuşatmıştım. Kaçacak yerinin olmadığını anlayınca çaresiz teslim oldu. Ama biliyordum ki sandığı bana ilk gösterdiği heyecanı artık yoktu. Demek ki kafasındaki kitabı yazabileceğime olan inancı kalmamıştı. Ama bu benim çok da umurumda değildi.

            Haşmet’le birlikte uzun etütler yaptılar, ölçtüler biçtiler. Kış aylarında ben okulda olduğumdan sonucu ancak yaz tatilinde görebildim.

            Ben uzun uzun tahtalardan olabildiğince düz ve büyük bir masa istemiştim. Ancak onlar tahtaları kısaltmış, karnının olduğu yeri içe kavisli tuhaf bir şekil ortaya çıkarmışlardı. Masanın üç ayağı vardı. Bu da onu bir ayağını karnına saklamış leyleğe benzetiyordu. Yüzümü ekşittim. Hiç de hoşuma gitmediğini her halimle gösterdim. Masayı almaktan başka çarem yoktu. Ama adamcağız onca emeğine mi yansın, benim yüksek mimariden ve sanattan anlamadığıma mı bilemedi. Sonra ise kinimden ne iş yaparsa bir kulp takmayı alışkanlık haline getirdim.

**

            Memlekete girdiğimde saat 21:00 olmuştu. Doğru Haşmet’in yanına gittim. Geç saatlere dek oturduk. Hayatımızın tümünü yeniden yaşadık. Bazen hüzünlendik, bazen cenazeyi unutup güldük. Ertesi gün cenazeyi köye götürdüğümüzde mezarlığa taşırken evin yukarısındaki kulübesinin üstüne çaktığı izolasyon malzemeleri hafif rüzgârdan kırılmış, sallanıyordu...

**

            Bu öyküyü soğuk bir şubat gününde yazıp gazeteye verecekken bir türlü elim gitmemişti. Aradan iki ay geçmemişti ki Haşmet, babasının ilk bayramıdır diye köye gidince rahmetlinin evrak-ı metrukesini kurcalarken küçük sandığı da açmış. Mektuplar ve fotoğrafların arasında bir de defter bulmuş. Okuduğu her şiir kendini biraz daha şaşırtınca beni aramış. Gözlerinin yaşıyla okuduğu şiirleri dinledikçe ben de utancımı gizleyemedim. Kurumuş boğazımdan hırıltıya benzer bir sesle herhangi bir şiirini çekip bana atar mısın diyebildim:

“Yuvam

On beşimde çıkmış idim gurbete

Uzak kaldım anne baba hasretine

Görmedim ömrümde sıcak bir yuva

Emanet eyledi ulu Mevlaya

 

Aslımı sorarsan Suvas elidir.

Yusuf Ağanın soyu bellidir

Anne değil baba Arap elidir.

Mevlam bana yazmış yazım bellidir.

 

İstanbul, Ankara dolaştım Adana

Malatya Maraşı bir de Antep’i

Mersin İskenderun yalan cenneti

Urfa Diyarbakır’a gidemedim yaya

 

Vatan tuttum Silifke bir de Muratlı’yı

Ben de sevdim Burdur’u Isparta’yı

Yolum düştü Eskişehir Konya’ya

Bedelmiş Mevlana bütün dünyaya

 

Ey Türkoğlu, ne gezersin seyrana

Fakir değil misin zenginden sana ne

Almanya zulum oldu bütün fendine

Yüksekte durma sen de in dengine

                                               Delmenhorst - 26.08.1971”

ÖNCEKİ YAZILARI
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
Canan ileri 5 gün önce
Eline emeğine yüreğine sağlık başarıların daim olsun Hatem hocam
hatem
hatem 4 gün önce
teşekkür ederim..