Sonbahar. Hazan mevsimi. Eskilerin deyimiyle, çocukluğumuzda çok sık duyduğumuz ismiyle: Güz.
Temmuz ve Ağustos aylarında bastıran öğle sıcaklarında gölgelerine sığındığımız günlerden sabah ve akşamları serinliğini hissetmeye başladığımız günlere doğru bir değişimi yaşadığımız mevsimdir Güz… Eylül ile başlayıp Ekime ve Kasıma doğru ilerleyen bu dönem, çocukluğumuzda Sivaslının, ayazlı ve çetin geçen kış ayları için hazırlık telaşı içinde geçer giderdi. Sonra evlerimize kendi içimize kapanmaya başladığımız soğuk karakış başlardı. Dondurucu soğukluğuyla Zemheri neredeyse tüm irtibatı keserdi çevremizle. Odalarımızın buz tutmuş camlarından görebildiğimiz kadarıyla tek tük bacalardan çıkan siyah dumanlardan başka her şey bembeyazdı, karla kaplıydı. Ve akabinde cemrelerin düşmesi, leyleklerin çatılarımıza dönüşü, ağaçların çiçeğe, bahçelerin dağların yeşile dönüşü başlardı. Rengârenk. Yemyeşil. Ve yeniden dirilişin müjdesi bahar, içimizi ısıtan, yüzümüzü gülümseten heyecanıyla karşılardı âdeta bizleri.
Çocuktuk, sokaklar bizimdi her mevsim. Ayazıyla, sıcağıyla, yazıyla güzüyle…
Her yıl yenilenen bu sürecin değişim ve dönüşümün, sadece tabiatta gerçekleşen geçişler olduğunu bilemezdik belki de. Her değişimin insan ruhuna yansıdığını, etki ettiğini, neden sonra fark edebildik. Ruh dünyamızın her mevsim gibi geçişlerin yankısıyla hüzünden sevince, içimize kapanıştan dışa açılmaya, gönül daralmasından genişlemesine yol açtığını yaş kemale ermeye doğru yol aldığında fark edebilmiştik ancak.
Bir gerçek var ki değişim değiştiriyor. Daldan düşen yaprak gazel oluyor.
Sahi, ne çok gazel vardı sokak aralarında, kaldırım kenarlarında, kavak ağaçlarının boy boy gökyüzüne ulaştığı her yerde, tarlalarda, bahçelerde... Güz geldiğinde rüzgâr kendini hissettirircesine esmeye başladığında, ilkyazla birlikte ağaç dallarında gövermeye başlayan küçücük sevimli yeşil yaprakların göklerde salınan saltanatı sona yaklaşırdı. Yapraklar sanki hüznün efkârıyla sararırlardı. Nihayetinde, güzle birlikte dalına tutunamayıp sararmış ve kurumuş hâlleriyle tek tek kopuşları ve savruluşları, sokakları gazellerden geçilmez ederdi. Sonunda her yaprak bir gazel olup düşüyordu toprağa… Yığın yığın… Gazel, güz aylarının sokaklara serpilen ve yayılan güzelliğiydi belki de. Hüzünlü bir fotoğraf karesi gibi. “Bağımıza gazel düştü güz oldu” ezgisiyle yüreklerde yankılan Erzurum türküsü gibi…
Hayat bu muydu yani?
Geçirdiği evrim itibarıyla böyle olsa da hayat, her mevsim kendi güzelliği ile yaşanır. Her mevsimin kendi açmazlarından tuvallere karamsar tablolar resmetmek hayatı kara bulutlar altına mahkûm etmektir bir bakıma. Ama İsmail Hakkı Toprak hazretlerinin sözüyle “Muhabbet nazarıyla bakan noksanlık görmez.” Öyleyse, muhabbetle nazar eden mahbubunu görür, güzelliğe tanık olur, sürur bulur. Zira her değişim hayatı güzelleştirmek için geçmişi yok etmek değil, günü ve yarını, ruhu ve zihni zinde kılmanın, umutlu geleceklerin heyecanını diri tutmanın açıldığı fırsat kapılarıdır bir bakıma.
Zira dönüşüm bir döngüdür aslında.
İnsan yeryüzüne geldiğinden beri bir dönüşüm içindedir, döngü halindedir; tarih her ne nedenle olursa olsun tekerrür eder durur, biz farkında olmasak da. Dünyanın herhangi bir köşesindeki herhangi bir statüsündeki insan, yeryüzünün öbür köşesindeki ya da onlarca asır öncesinde veya sonrasında ruhen ve zihnen bir benzerini yaşıyor asırlardır.
İnsan sanır ki her şey kendi yaşarken oldu.
Her yaşadığı olay, her söylediği söz, her karşılaştığı sorun ilk kez kendisiyle ve kendi döneminde ortaya çıktı sanır, öyle varsayar insan. Geçmişi ve geleceği yok saymak değil elbette, yaşanmışlıkları, buluşları, gelişmeyi, ilerlemeyi inkâr etmek hiç değil… Ama yine de benmerkezli insan. Heyhat, insan kendini ve dönemini merkeze koyduğu için kendini ve dönemini görür, önemser ve önceler ne yazık ki. Cebelleştiği tüm sorunlar, çözülmez sandığı her düğüm veya yapmış olduğu her muhteşem gökdelen ilerlemenin son merhalesi gibidir gözünde. Ama Babil’in kulelerini, Mısır’ın piramitlerini, Göbeklitepe’nin kalıntılarını hangi çağın, hangi bilimin ve hangi ustanın maharetiyle inşa edildiğine akıl sır erdirebilir mi bilinmez.
Tolstoy der ki; "Geçmişte ne olduysa gelecekte de o olur, güneşin altında hiçbir şey yeni değildir."