USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Dut Yaprağı

18-03-2024

Serin rüzgârların yavaş yavaş döktüğü altın sarısı dut yapraklarının üstünde oturan yaşlı kadın, kendisi gibi yaşlı ağaca yaslanıp derin derin iç geçirdi. “Nasibin yalnızlıkmış. On evladın da olsa akıbet bu kırışmış yaşlı ağaç gibi yapayalnız kalmakmış. Hani güzelliğin, ekin biçmelerin, kilim dokumaların, davar sağmaların. İki yüz koyunun her birini ayrı ayrı idare etmelerin. Dağda kuzlayıp yavrusunun başında bekleyen koyunu gece sabaha dek arayıp getirdiğin dinçliğin..”

            Yaşlı kadın, artık yürüyemez olduğunda baston niyetine eline aldığı ağaçla yaprakları eşelerken gençliğine dönüyordu. Bir ağabeyi ve bir ablasından sonra iki oğlan iki de kız kardeşi olmuştu. Kendi ailesinden başka amcaları, babaannesi ve dedesiyle birlikte yaşıyorlardı. Çocukluğu ve gençliği zengin bir doğanın kucağında gayet eğlenceli geçmişti. Hayat onlara her şeyin en güzelini vermişti. Ağabeyine Paşa diyorlardı. Güzel yüzlü, güzel huylu bu çocuk, komşu köylerin birinde okuyup hoca olmuştu. Yalnız kardeşleri değil, anne ve babası hatta tüm aile Paşa’ya saygıda kusur etmezdi. O da her kardeşini ayrı ayrı severdi.

            Anneleri, babasıyla birlikte üç amcasını da Birinci Cihan Harbinde kaybetmişti. Hangi cephede kaldılar, öldüler mi, esir mi düştüler bilen yoktu. Yalnız her bir kardeşin ikisi kız, ikisi oğlan dört çocuğu kalmıştı. Bu çocuklar da birbirlerine yaslanıp büyümüşler, tarlalarına, mallarına sahip çıkmışlardı. Sonra her biri ev kurmuş çoluk çocuk sahibi olmuşlardı ama birbirlerini hiç bırakmamışlar, ölene dek babalarını kaybettikleri günkü gibi birbirlerini gözden uzak tutmamışlardı.

*

            Yaşlı kadın bazen başını yerden kaldırıp düşmekte olan yapraklara bakıyordu. Hatıralar yüzünü güldürürken düşen yapraklar kendi çocuklarını gözlerinin önüne getiriyor ve kederlendiriyordu. Kardeşleriyle ilişkisi, annesinin dayısı ve teyzeleriyle yakınlığı, babasının amcaları ve halasıyla yakınlığı hiçbiri, hiçbiri kendi çocuklarında yoktu. Büyüdükçe dertleri artmıştı. Hele her biri evlendikten sonra mal mülk davasından birbirinin izine kurşun atıyorlardı. Kimse kimseyle konuşmuyor, bir sofraya oturmuyordu. Yaz boyunca kapılarda kavga gürültü eksilmiyor, sonbahar olunca herkes çalıştığı şehre gidiyordu. Bazen de kavga haberleri geliyor o zaman daha çok üzülüyordu. 

            Bu düşünceler zaman zaman onda bir nöbet halinde ortaya çıkardı. Böyle zamanlarda titremeleri artar, garip garip sesler çıkartır, dişleri kilitlenirdi. O zaman onu ayıltmak çok zor olurdu. Çocukları küçükken bu durumda koşarak amcalarının karısı Sultan Ana’yı getirirlerdi. O hastayı kucağına alır, yavaş yavaş ellerini ovalar, dilinin boğazına kaçmasını engellemeye çalışır, ağlaya ağlaya bir şeyler konuşur, onu teskin etmeye çalışırdı.

            Yaşlı kadının titremesi arttıkça “Ben haram katmadım, haram katmadım” sözleri çıkmaya başlardı dişlerinin arasından.

*

            Genç kızlığının henüz başındayken amcası ona bir at verdi. Doru atla kanatlanırken üstesinden gelemeyeceği hiçbir işin olmadığını düşünüyordu. Evin dışarı işlerini Aşkar’la ona gördürürlerdi. Tarlada çalışan amcalarına azık götürüp gelmesiyle yonca toplayan halasına yardım etmesi bir olurdu. Oradan çıkıp aşağı bahçeye gider, orada annesi ve teyzesiyle dut toplar, pekmez kaynatır, kayısı kuruturlardı. Öğleden sonra köyün kızlarıyla davar sağmaya gider gelirdi. Onun için dinlenme ve günün en güzel saati davar yayan Paşa’nın yanına gidip ona çay demlemek ve beraber hiç konuşmadan bir şeyler yemekti. Akşamsa evde onları her gün başka güzel yemekler, eğlenceler beklerdi. Bu durum köye kızamık salgını gelip evlerindeki kurbanını seçene dek sürdü.

            O kış karabasan gibi gelip her evdeki huzuru alıp götürünce köyün tadı tuzu da kaçtı. Bu ev diğerlerinden şanslı olsa da kurban vermekten kurtulamadı. Evin küçüğü, herkesin en çok sevdiği Hacı, on üç on dört yaşındayken Azrail’in pençesinden kurtulamadı. Onca ilginin arasında bir türlü ciğerparesine yaklaşamayan Leman, kardeşinin cansız bedenini görür görmez ilk nöbetini geçirdi. Kendine geldiğinde ise evde bıçak gibi keskin bir sessizlik vardı. Sonra günlerce ağladı. Aşkar’a binip Ziyaret’e gitti. Çeşmenin başında ağladı ağladı.. Köylüler iyi kötü günlerinde buraya gelir, adak adar, bazen de kurban keserlerdi. Yağmur duasına da buraya gelirlerdi. O da ferahlamak için buraya geldi. Koyaklarda bağıra bağıra ağlarken sesinin yankısından korkup yazıya çıktı. Günlerce yemeden içmeden dağları tepeleri dolaştı. Bir gün komşu köyün birinde davul zurna duydu. Bundan sonra halay çekmeyeceğine yemin etti.

            “Kardaşım kardaşım kınalı başım

            Karaaş kekliğim gövel ördeğim.

Sarıp sarmaladığım gül yanaklım

Seni koyarlar mıydı bir başına”

*

Kalan ömründe ne zaman gülse aklına son kez sarılıp koklayamadığı kardeşi gelip boğazı düğümlenirdi. Kızamığın 6. ayında onu köyden Yusuf Ağa’nın yetim büyümüş ortanca oğluna istediler. Babası hiç ikilemeden kızını verdi. Yusuf Ağa’nın kendisindeki hatırı bu cihanla sınırlı kalmayacaktı. Onun ekmeğini yemiş, suyunu içmişti. Kızı onun torunlarını doğuracaktı. Kendisine bundan başka daha iyi bir ödül olamazdı. Leman bu konuyu düşünme gereği bile duymadı.

*

Evliliklerinin üçüncü yılı olmuş ama Leman’ın çocuğu olmamıştı. Hatice Ebe Ana küçük oğluyla Mancınık köyündeki Agop’a gönderdi gelini. Oradan gelecek rapora göre oğlunu yeniden everecekti. Üç çocuğunu gözünden sakınmıştı. Zaten Leman’ın ablası da kısırdı. Onca tarlaya bakacak sağlıklı evlatlar lazımdı. Kendisi erken yaşta dul kalınca onu babasının evine göndermek istemişler de o diretmiş, gitmemişti. Neyse ki Agop’tan iyi haber geldi. “Gelinin doğuracak hem de çok doğuracak” demişti.

Leman sapasağlam on iki çocuk doğurdu. İlk ve sonuncusu küçüklükte öldü. İlk çocuğunu da çok sevmişti. 11-12 yaşına gelince o da başka bir salgında öldü. Ama o gözyaşlarını kardeşinde tüketmişti. İkinci oğluna ciğerparesinin adını koydu. Adını da demedi Kardaşım, dedi hep. Geri kalanlar olsa da olur olmasa da olurdu kendisi için. Bu yüzden de doğurduklarını eltisine bırakıp kendisi dağlara taşlara gitti. Gecelerini de ahırda, ağılda hayvanlarla geçirdi.

Kocası, evin gurbete gidip para getirecek kişisi rolündeydi. Önceleri İskenderun’a gidip geldi. Yıl boyunca çalışır, kazandıklarını abisinin avucuna sayardı. Sonra bir hafta on gün köy işlerine bakar bir ay dolmadan yeniden gönderilirdi. Daha çok para kazanmak için önüne bu sefer de Almanya fırsatı çıkınca güç bela bu sefer oraya attı kapağı.

Çocuklar da yavaş yavaş büyüyordu. Büyüdükçe huysuzlukları artıyor, kalabalık içinde analarını da bulamayınca iyice sinirleniyorlardı. Bu sefer küçük amcalarının dayaklarından bizar oluyorlardı. Dayıları onların telef olacağını düşünüp babalarının yanına gönderdi. Ne de olsa orası medeniyetti. Büyüdükçe kendilerini kurtarırlardı. En küçüğü ilkokula gidiyordu. Kimsenin aklına bu çocuklara kimin bakacağını düşünmek gelmemişti. Herkes onlar adına seviniyordu.

*

Sinirleri gerildikçe başı aşağı yukarı titremeye başladı. Ayakları istemsizce gerildi. Gözleri, düşen altın sarısı yapraklara takılıp kaldı. Gözleri kaymaya başladıkça yaprakları da seçemez oldu. Son bir gayretle köy yolunu gözlemeye çalıştı ama vücudunu kontrol edemiyordu. Başı yere düştü. Nemli çimenlerin üstündeki gazeller yeri yumuşatmıştı. Başının vuruşlarıyla gazeller de dağıldı. Titremesi durduğunda vücudu ter içinde kalmıştı. Kocaman bir yaprağın yanaklarını örtmesini engelleyemediği gibi gözyaşlarını da o yaprak saklayamamıştı.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
Alemşah Begim
Alemşah Begim 1 ay önce
Türkiye türkcesinin tatlı, açık-aydın, saf dili ile yazılmış esse-anı bildim. Etnografik özelligi ile memnun buraktı beni. Türki yaşam tazı, düşüncesi ile...
Alemşah Begim
Alemşah Begim 1 ay önce
Türkiye türkcesinin tatlı, açık-aydın, saf dili ile yazılmış esse-anı bildim. Etnografik özelligi ile memnun buraktı beni. Türki yaşam tazı, düşüncesi ile...
Alemşah Begim
Alemşah Begim 1 ay önce
Türkiye türkcesinin tatlı, açık-aydın, saf dili ile yazılmış esse-anı bildim. Etnografik özelligi ile memnun buraktı beni. Türki yaşam tazı, düşüncesi ile...