Büyüdüğüm geniş ailede en çok duyduğum sözcüklerden birisiydi, “ayıp” sözcüğü. Ayıp olan birçok şey vardı: Büyüklerin yanında uzanıp gerile gerile yatmak ayıptı, onlar konuşurken lafa girip bağırarak fikrini söylemek, sofrada ortak konan tabaktan herkesten önce başlayarak yemeğin en güzel kısımlarını seçmeye çalışmak ayıptı. Babamız eve gelince hemen atılıp paltosunu, ceketini almaya çalışmamak, evden çıkarken ayakkabılarını eğilip giyeceği şekilde düzeltmemek ayıptı.
Bunun gibi yüzlercesini sayacağım ev içi ayıplardan başka bir de toplum içi ayıplar vardı: Komşu, bir kibrit çöpü dahi olsa bir şey isteyince geri çevirmek; sokakta birilerine gösteriş yaparak bir şeyler yemek içmek; yeni alınan bir eşyayı milletin gözüne sokarak göstermek; mahallede bir cenaze varsa yüksek sesle gülmek hatta eğlence içeren bir iş yapmak (komşu matemliyken bir hafta televizyon açmadığımız zamanları bilirim); kokusu yakın komşuya ulaşan bir yiyeceği bütün ev halkının tadacağı kadar miktarda onlara da vermemek; başkalarının dışarıda bulunan eşyalarını kendi eşyası gibi korumamak; eve misafir geldiğinde yedirip içirmeden, bir şey ikram etmeden göndermek, aile içi anlaşmazlıkları etrafa duyurmak –ki “Kol kırılır yen içinde”ydi-, vesaire vesaire, hep ayıptı. Birinin malına, namusuna zarar veren kişiyi toplum asla affetmez, sittin sene o ayıp onun adıyla yan yana anılırdı. Devlet dairesinde çalışan birisi, haksız bir işe bulaşsa mesela rüşvet alsa, zimmetine para geçirse hiç unutulmaz, olayın üstünden yedi silsilesi geçse de o karayı silemezdi. Her ne kadar acımasızca görünse de aslında bu, toplumun içindeki çeri çöpü dışarı atma, temizlenme şekliydi. Rahmetli babamın en baş laflarından biriydi: “Haramın binası olmaz.” lafı. Babadan dededen kalma malı mülkü olmadan, herkesten üstün ve farklı bir çalışma performansı göstermeden, birden “zengin” olanlara hep şüpheyle bakılır, mesafeli durulurdu.
Üniversite son sınıfta olduğum yıldı, şimdi kırklı yaşlarını süren kardeşim Mehmet, bir gün yanıma geldi ve o gün kendini üzen olayı anlattı, konu şuydu ki: “Evimizin hemen yanındaki şehir hamamının külhancısı Himmet emmi yere tükürmüş, o sıralar ilkokul ikinci sınıf öğrencisi olan Mehmet bunu görünce, ailede ve okulda kendisine öğretildiği gibi bu yanlışa müdahale etmiş ve “Neden yere tükürüyorsunuz, ayıp değil mi?” demişti. Gel gör ki Himmet emminin buna cevabı çocuğu şaşırtmıştı. Yere tükürdüğü yetmiyormuş gibi bir de çocukla dalga geçerek “Ayıbın üstüne nokta koyarsan kayıp olur.” demişti.
Mehmet’in çocuksu duyarlılığından hislenmiş, ilk defa duyduğum bu sözden de etkilenmiştim. Edebiyat bölümünde verilen Osmanlıca dersinden öğrendiğim kadarıyla ‘ayın’ harfiyle yazılan “ayıp” kelimesinin ‘ayın’ın noktalı şekli olan ‘gayın’la yazılınca “gaib” yani kayıp olduğunu anlattım ona. Sözü şekil olarak açıklasam da davranış olarak açıklayamamanın ezikliğiyle de konuyu kapattım.
Yaşadığımız son yıllara bakınca, ne kadar “ayıplar” toplumu olduğumuzu görüyorum. Zenginliğimizi, kesemizin genişliğini, cüzdanımızın doluluğunu her halimizle her fırsatta etrafa göstermek, bırakın ayıbı, hatta toplumdaki statümüzü yükselten bir şey. Yediğimizi içtiğimizi, gezdiğimizi tozduğumuzu sosyal medya hesaplarımızda göstermesek zaten olmaz. Kimin acısı kimin umurunda, bir kaza ya da afette onlarca canı kaybetsek de ne televizyondaki eğlence programından, ne hayatın hoş tatlarından vazgeçtiğimiz var. Her gün milyonlarca insan, başka evlerdeki namussuzlukları, anlaşmazlıkları, görgüsüzlükleri ekrandan izliyor, başka evlerin adamlarını, kadınlarını konuşuyor.
“Gün bugün, devran bu devran” diyerek hoyratça, adım adım insanlıktan hayvanîliğe doğru ilerleyerek yaşamanın keyfini cılkına kadar çıkarıyoruz. Eğer sesi yüksek çıkıyorsa bir kişi, hırsızlığını da namussuzluğunu da arsızca kapatabiliyor. Tam anlamıyla “Suçlu bağırmış, suçsuzun ödünü koparmış” deyimini yaşamaktayız. “Ayıp” kavramıyla yüzyıllardır, sorgulanamaz ve kişiye göre değişmez hükümlerini sürdüren toplum vicdanı, kör, sağır, dilsiz ve ahmak artık. Ayıpların üstüne para, mal mülk, şan şöhret, makam mevki gibi büyük büyük noktalar koyarak hepsini paranın ve gücün sihirli sopasıyla “kayıp” ettik, görünmez kıldık. Aramızda lüks arabalı, kola kravat takım elbiseli, yabancı ülkelerin parlak isimli okullarından diplomalı ya da birden zengin olmuş, zenginliğin sarhoşluğuyla eli ayağı birbirine dolanarak her ânını cahilce, görgüsüzce caka satarak, hava atarak dünyaya reklam eden Himmet emmiler dolaşmakta…