Ramazan geliyor, diyordu Rahaf el Mukayyed. Tüylerim diken diken. Ne müjde ne haber verir gibi… Yeşil gözlerinde kaç baharın gizlendiğini bilmediğimiz, bembeyaz başörtüsüyle apaydın, ayyüzlü Rahaf. Sakin ve sabırlı. Telaşsız, birbiri ardına sıralıyordu cümlelerini. Duyabilenlere, hissedebilenlere… Sözleri yumruk gibi, kurşun gibi ağır…
Henüz 11 yaşlarında. “Ramazanınız mübarek olsun!” diyordu. Tebrik mi ediyordu?.. Cibaliye Kampı’ndan. Tarifsiz acılarla yaşamın rengini yitirdiği şehirde, moloz yığınlarının üstüne oturmuş bir halde… Bize sesleniyordu. Gözleri-kalpleri perdeliler, kulakları tıkaçlılar, vicdanlarını çıkarlarının oyuncağı yapanlar yine duymazdı zaten. Düşünebilene, hissedebilene, iman vicdan sahiplerineydi sözü.
Etrafını saran enkazı gösterirken, evlerinin Siyonistler tarafından hedef alındığını, oturduğu yerin altında binlerce şehidin olduğunu söylüyordu. Dik ve vakarlı duruşu, hatırımızdan silinmeyecek eşsiz bir tablo gibiydi karşımızda.
Ramazan ayı geliyor, diyordu Rahaf. Bu nasıl bir hatırlatmaydı?.. Kelimeleriyle yakamızdan tutup silkeliyordu, boğazımıza koca düğümler atıyordu, yüzümüze çarpa çarpa konuşuyordu.
“Evlerinize yiyecekler meyveler alacaksınız. Sahura kalkacaksınız, iftar edeceksiniz. Sabah, akşam ‘Hangi yemeği yesek’ diye düşüneceksiniz, şaşıracaksınız. Bizler, Ramazan gelmeden önce zaten açız.
Biz insanız ve bizim de duygularımız var. Biz sadece haber değiliz. Ey Müslümanlar, ey Araplar! Nerede kaldı peygamber (s.a.v) zamanındaki onurunuz, diye soruyordu. Haklıydı. Yerde göğe kadar haklıydı Rahaf.
“Tarihte ‘Gazze halkı açlıktan öldü mü’ yazsın istiyorsunuz? Bugün bizler yardım etmeyecekseniz ne zaman yardım edeceksiniz? İnsanlar açlıktan ölmeye başladı. İnsanlar pirinci, hayvan yemlerini öğütmeye başladı. Her şeyi öğütüyorlar. Çünkü yiyecek bir şey kalmadı. Birçok şeyi canımız çekiyor ama bir şey yok. İki konserve fasulye getirdiler. O kadar. “
Ramazan geliyordu… Şaşalı yemek tarifleri, yemek listeleri umurumda değil. Rahaf konuştukça sözleri kelime kelime boğazımıza diziliyor. Yürek yangınlarımız daha da büyüyor. Elimizden ne gelir ki, sözü lafügüzaf. Hepimizin yapacakları var. Mahcubuz hepimiz.
Yakılmış, yıkılmış, suskun, grileşmiş şehirde ay gibi parlıyordu Rahaf. Varlığı, ülkesi için insanlık için koca bir umut. Yeşil gözleri baharları müjdeler gibi. Kırmızı ceketi, hayat nişanesi sanki. İlkbahar kapıya dayanmış. Yer gök duada. Mazlumun dostu, en büyük yardımcısı Allah. Ahları, kanları yerde kalır mı hiç? İyiler ve kötüler illa ayırt olacak. Acının resimleri, hikayesi, hiç silinmeyecek hatırımızdan.
Ramazan geliyordu... Rahaf’lar hiç susmuyordu içimizde… Gazze’nin imanlı, ağzı dualı, yüreği kavi, umutlu, mazlum, mahzun, vakarlı, güneş yüzlü çocukları dağ gibi dikiliyordu karşımıza… Dünyaya hep bir şeyler anlatıyor, öğretiyor, insanlığı uyandırıyor, ayağa kaldırıyordu… Aslolan, “ukba” idi. Dünyanın bütün cazibesi, çerçöp gibi uçuşuyordu şimdi.