USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

VATAN NERESİDİR?

23-12-2023

Sabah ezanı, saba makamının bütün tazeliğiyle evi doldurduğunda Mehmet Efendi, bütün gece sabit kalmaktan tutuk eklemlerinin izin verdiği kadar bir güçle yatağında sağına döndü, yavaşça dikeldi. Mahallenin camisi, evin hemen karşısındaydı, yeni müezzinin sesi ve okuyuşu çok güzeldi, bir bahar sabahında kuş cıvıltıları arasında, tertemiz bir kaynak suyunu avuç avuç yüzüne çarpıyor ve üç beş yudum da içiyor gibi haz aldı ezanı dinlerken, hiç bitmesin istedi, müezzinle beraber sözleri tekrar etti. “Allah u Ekber, Allah u Ekber, La İlahe İllallah.” Son sözler de odanın dört köşesinde yankılanırken yatağından kalktı.  Hanımı, gene ezandan önce kalkmıştı, odanın karşısındaki banyodan gelen su sesleri abdest aldığını gösteriyordu. Bugün de camiye gidecek kadar kendini iyi hissetmiyordu, yetmişlik bedeni, ruhundan önce yorulmuştu, öksürük nöbetleri bir tuttu mu, dakikalarca sürüyor, nefesini kesiyordu. Geçen ay kendisiyle aynı adı taşıyan küçük oğlu Mehmet, çalıştığı hastanede iyi bir göğüs hastalıkları uzmanı olan arkadaşına muayene ettirmişti de doktor, ciğerlerinin halini görünce “Amcam, senin bu ciğerlerinin hali ne, sen ne iş yapıyordun?” diye şaşmıştı. Demişti, köy yerinde daha sekiz yaşındayken arkadaşlarıyla tütün içmeye başladığını ve daha on yıl önce kendi kendine birdenbire verdiği bir kararla sigarayı bıraktığını. “Bu sigara işi değil amca.” sözlerine de, “Yıllarca itfaiyede çalıştım, yangınların içine girdim, külün dumanın içinde kaldım.” cevabını verince “İşte şimdi oldu, bu kadar tahribat, ancak bununla açıklanır.” diye ikna olmuştu doktor. Bütün hayat hikâyesini, yaşadığı kötü ortamları duysa, hayatta kalabildiği için bir de tebrik ederdi. İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarında dünyaya gözlerini açan bütün yaşıtları gibi o da gıdasız, ilaçsız, elbisesiz nice günlerden bu zamanlara gelmişti. Üstelik dünyaya geldiği, üç yaşından itibaren öksüz büyüdüğü dağ köyünden, on dört yaşında ayrılıp İstanbul’a çalışmaya gitmiş, çocuk işçi olarak birçok kötü ortamda aç sefil yıllar geçirmişti. On yedi yaşında haddehanede çalışırken ayağına düşen kor demir parçası, sağ elinin baş ve işaret parmağı arasını delip geçtikten sonra sağ ayağının üzerine düşmüş, ayağını delip altından çıkmıştı. İş arkadaşları hastaneye bile götürmeden üstüne eski bir battaniye atarak bir kamyon dorsesine koyup bir anlamda onu ölüme terk etmişlerdi. O sağ ayak, bedenini taşımamış, bütün hayatı boyunca ağır bir yük olarak, kendini, parçası olduğu bedene taşıtmıştı. Askerlik yaparken bile bu ayak yüzünden günlerce hastanede kalmıştı. Neydi o kendisiyle ilgilenen doktorun adı, hatırlayamadı. O olmasa ayağı kesilecekti bile, yarım bir insan olarak yaşayacaktı, Allah etmesin. Dünyada kötü insan kadar iyi insan da vardı ve dünya iyilerin yüzü suyu hürmetine dönüyordu. Ayağını sargı bezleriyle sarmışlar, günlerce bakmamışlardı. Bir gece, sabaha karşı, birden genç askerî doktoru karşısında bulmuştu Mehmet, doktor hemen ayağının sargısını açmış, kokmaya, çürümeye başlayan, bacağa doğru ilerleyen cılk yaralı etle karşılaşınca acil müdahale etmiş, günlerce özel ilgilenerek ve itinayla bakarak ayağı kesilmekten kurtarmıştı. O zaman anlatmıştı doktor ki o ansızın geldiği gece, rüyasında Mehmet’in ayağını görmüş, rüyanın tesiriyle sabahı beklemeden hastaneye koşmuştu.

            Anasız babasız, kimsesiz, o kamyon dorsesinde; hastane odalarında gizli gizli çok ağlamış, sayısız kereler, koca dünya yuvarlağında, uçsuz bucaksız uzay boşluğunda kendini tek başına, sesi içine hapis, bağırsa dahi kimsenin umurunda olmayacak şekilde hissetmişti.  Neyse işte, hepsi geride kalmıştı. Allah, ona evcimen bir hanım, altı çocuk bağışlamıştı. İyi kötü bugünlere gelmişlerdi. Büyük kızı öğretmen olmuştu, küçük oğlu beş yıllık doktordu, aradaki bir kız, üç oğlan da okumuş, her biri kendini kurtarmıştı, güzelce okullarını bitirmiş, tertemiz masa başı işlerde dürüstçe, vatana millete hizmet edip helal paralarını kazanıyorlardı. Ne var ki tam rahat edeceği bu çağda, çocukluğundan bu yana çektiği ağrılar iki ayağa da yayılmıştı, romatizma iflahını kesiyordu. “Bugünümüze şükür.” dedi içinden.

            Namazdan sonra pencereden sızan kış güneşinin yarı buçuk aydınlığında her sabah yaptığı gibi geçmişlerinin ruhuna ahenkli sesiyle Kuran’ını okurken, hanımının akşamdan beri devam eden huzursuz kıpırdanmalarının arttığını, kendisine bir şey söylemek istediğini fark etti. Kim bilir gene kafasında neyi büyütmüştü bu kadın, Allah bilir gene eften püften bir şeye aklını takmıştı. Ulviye Hanım iyiydi, hastı ama çocuk gibiydi, karşılaştığı en ufak bir sorunu bile kendi başına çözemez,  mutlaka kendinden güçlü gördüğü birine sığınarak çare arardı. Bu acziyet bazen yanındakine yük olurdu, her zaman birisi onun adına onu üzen şeylere müdahale edemezdi ki her zaman birisi onu sırtında taşıyamazdı, kendi kendine yetmesi gerekirdi. Ama adına saflık mı tembellik mi bencillik mi rahatını sevmek mi ne denirse, ömrü uzun olsun, o da böyle bir insandı işte.

            Ulviye Hanım’ın dili, nihayet Kuran’ını kapatıp, vitrinin en üst rafına koymuş olan kocasına ikinci bardak çayı getirdiğinde çözüldü ve akşamdan beri süren huzursuzluğunun sebebini anlattı. Dün küçük gelinle telefonda konuşmuştu, gelin demişti ki “Mehmet, yurtdışına gitmek istiyor. Yurtdışında kendisi gibi doktorlar, buranın iki üç katı para kazanıyorlarmış, üstelik itibarları yüksekmiş, artık bu ülkede doktor olmanın hiçbir cazibesi kalmamış, hastanelerden gelen şiddet haberleri de cabasıymış.”

            Mehmet Efendi bu sözleri duyunca öylece bir an, zaman durmuş gibi karısının yüzüne bakakaldı, sol eliyle, sağ elinin başparmağıyla işaret parmağının arasını kaşıdı, birden göğsünün sol tarafı ve sağ ayağının büzülmüş yanık izli yara yeri sızladı. Demek kendi adını taşıyan Mehmet’i böyle demişti, böyle düşünüyordu. Baba olarak bir yerlerde eksik kalmıştı demek, o, çocuklarına yıllarca böyle anlatmamıştı oysa. Vatanın, bayrağın, milletin kutsiyetini, bir helal lokmanın bin haram lokmadan tatlı olduğunu, “İnsanın doğduğu yer değil, doyduğu yer vatanıdır.” sözüne inanmadığını, çok paranın değil, çok paylaşmanın, millete hizmet etmenin mutluluk getireceğini anlatmıştı. Geçen yıl devlet memuru büyük oğlu Zeki’nin yaptığı yıllık izin hesabına verdiği tepkiye bütün ev halkı şahit olmuştu. Zeki demişti ki “Yıllık iznim 20 gün, bir hafta on gün de kurum doktorundan hastalık raporu alırsam yazın bir ay tatil yaparım, kafama göre dinlenirim, zaten geçen yıl kullanmadığım izinler yandı.” bu sözler üzerine Zeki’ye adeta kükrer gibi o kadar çıkışmıştı ki Mehmet Efendi, çocuk birden oturduğu yerden hoplamıştı. “Sen ne diyorsun,” demişti, “hakkın olmadan tatil yapmak için rapor alacaksın öyle mi, devlete hainlik yapılmaz, helal lokma yemez, çocuklarına yedirmezsen Allah öyle dert verir ki yalandan alacağın raporlara gerçekten muhtaç olursun.” Zeki mahcup yere bakmış, diğerleri bu ağır tepkiden ürkmüştü.

            Vatan ne demekti, en çok kendi çocukları bilmeliydi. Anlatamamıştı demek ki. Dedeleri 93 harbi denilen Osmanlı-Rus harbinde, Kars yöresinden getirilip bu Orta Anadolu kentine yerleştirilmişti. Ellerinde ne var ne yok terk edip, yüzyılların birikimi mal, davar, tarla tapan her şeyi bırakıp göçmek zorunda kalmışlardı. Öküzlerin çektiği kağnılarla, atlarla, çoluk çocuk, yaşlı genç, yayan yapıldak aylarca yolculuk yapmışlardı. Terk ettikleri yerde bütün aile geçmişini de bırakmışlardı. Kendisi bile sadece Akbaş Mustafa dedikleri babasının babasının adını, âlim birisi olduğunu duymuştu, aile tarihiyle ilgili bildiği başka bir şey yoktu. Bir ağaçtı ama kökünü tanımıyordu. Hatta Kars’ın neresinden gelmişler, ataları nerede yaşamış o bile meçhuldü. Bilse belki gidip eş dost akraba arardı, terk edilen yerlerde. En basit bir bitki bile bir kökün üzerinde büyürken kendisi kökünü bilememişti. Geldikleri bu yerde ailesi, bir dağ köyünde, yıllarca medeniyetten uzak yaşamış, köksüz, yeniden filizlenmeye çabalamıştı.

            Belki bilgiye olan bu susuzluğu da en ilk bilgiyi “ben kimim, nereden geldim”i bilmemekten geliyordu. Bu yüzden bütün çocuklarını okutmaya ahdetmişti. İlk çocuğu olan büyük kızına, okula yazdırdığının ilk gününden itibaren demişti ki. “Sen oku kızım, gücüm yetmezse ceketimi satarım gene okuturum seni. Yeter ki oku.” Kız da babasının sözlerini yoluna ışık etmiş, okul yollarını bu ışığın aydınlığında yürümüş bitirmişti. Tıpkı tren vagonlarını çeken lokomotif gibi onun başlattığı okuma katarı, devam etmiş, diğer beş kardeşi de onu takip etmişti. Mehmet Efendi, büyük kızı ortaokula giderken oturdukları gecekondu evin en itibarlı yerine, başköşeye, kocaman al renkli Türk bayrağını asmıştı, kızın yüksek notlu yazılı sınav kâğıtlarını, karnelerini bu bayrağın alt tarafına kendi elleriyle iğneler, konuya komşuya kızının başarısıyla övünürdü. Bayrağın altına iğnelenen ilk şey de kızının sınıf öğretmeninin her ay sınıfın en çalışkanına hediye ettiği Atatürk resimlerinden oluşan duvar takviminin bir sayfası olmuştu. Bir posterin yarısı büyüklüğündeki o takvim sayfasında genç Atatürk, askerî kıyafetleri içinde dimdik duruyordu. Çocukları, evin bir köşesinde hep asılı olan o bayrağın, bayrağa iğnelenmiş Atatürk resminin altında dünyayı tanımaya başlamışlardı.

            Ulviye Hanım’ın ailesinin hikâyesi kendisininkinden farklı değildi. Onun dedeleri de daha yakın bir zamanda Birinci Dünya Savaşı sonrası Seferberlik yıllarında Erzurum’dan buraya gelmişlerdi. Ermenilerin ayaklandığı, çevre köylerde katliama başladıkları haberleri yayılınca sessizce göç hazırlığına başlamış, kışta kıyamette büyüdükleri yerleri terk ederek kağnılarla yollara dökülmüşlerdi. O zaman genç bir gelin olan Ulviye’nin babaannesi, at üstünde dolaşarak çevredeki bütün akrabalarına gidecekleri zamanı haber vermiş, yol boyu aylarca çarıklarını çıkaramadığı için donarak çürümüş ayak parmakları, gelip yerleştikleri bu yerde çarıklarını çıkarırken yün çoraplarıyla beraber sıyrılıp düşmüştü. Üstelik çetin yol şartlarında hastalanıp ölen on beş yaşında bir oğlunu bilmediği bir şehirde mezara koymuştu, yol üstü bir yerde buzlu toprağı kazarak gömmüşlerdi civanını, ölünceye kadar da o adsız mezarda yatan oğlunu dilinden düşürmemişti. Göç yolunun acı hatıraları birbirinden beterdi. Aynı göç yolunda Ulviye’nin üç yaşındaki annesini, başka bir küçük çocuğu daha olan hamile anneannesi, yolda karların ortasına terk etmeye mecbur kalmıştı. Epey ilerledikten sonra çocuğun terk edildiğini fark eden dedesi, geri dönmüş, bebeği donmaktan kıl payı bir zaman farkıyla kurtarmıştı. Vatansızlığı, vatanın kıymetini ancak bunları yaşayanlar, böyle aile hikâyesi olanlar bilirdi. Başka bir ülkedeki sonsuz para, kendi memleketindeki bir vakit ezan sesini duymaya değişilir miydi? Amerika’da profesör olan oğlunun yanına bir süre kalmaya giden arkadaşı Mümtaz Efendi ne demişti: “Ezan sesi duyamamak kadar zor bir şey yok, evet her şey bol, hayat kolay ama bir daha ezan sesi duyamayacağım diye kahrımdan ölecektim. Oğlum, gelinim, torunlarım yalvardılar, “Gitme, senin bize, bizim sana ihtiyacımız var, orada bir damın deliğinde tek başınasın, burada ekmeğin aşın önüne geliyor, her hizmetin görülüyor.” dediler ama yapamadım, oralarda ölürüm de mezarım vatanımdan uzak olur, diye hafakanlar geçirdim.” demişti. Buradaki kölelik, el memleketindeki beyliğe değişilmezdi.

            Kendi hayatı çok mu kolay geçmişti, “dayım” dediği halaoğlu, haddehanedeki o kazadan sonra gelip onu bulmasa, buraya getirmese, evlenmesine vesile olmasa hali nice olurdu kim bilir? Halaoğlu, Mehmet’i oradan kurtardıktan sonra baldızının kızıyla baş göz etmişti. Ödünç alınan bir damatlıkla yapılan gariban düğününden yirmi gün sonra askere gitmiş, gencecik karısı iki sene teyzesinin evinde asker yolu beklemişti. Allah gani gani rahmet eylesin, hayatı boyunca halaoğluna minnet duyacaktı, okuduğu Kuran’ın sevabını mutlaka ona da bağışlıyordu şimdi. Oğluna Mehmet adını koyma sebebi de o halaoğluydu. Onun adı da Mehmet’ti, kendi Mehmet’i doğduğunda ağır hastaydı, vefasını onun adını oğluna vererek göstermek istemişti. Mehmet oğlu Mehmet, buralarda çok rastlanan bir ad verme şekli değildi yoksa.

             “Kız çocuk nasibiyle gelir.” derler kızı doğduktan sonra belediyede işe girmiş, yirmi beş yıl çalışmış, ayak ağrıları yüzünden erkenden emekli olmuştu. Aldığı emeklilik ikramiyesi, yıllardır kötü kira evlerinde sürünen çoluk çocuğuna bir ev almaya bile yetmemişti. Kızı göreve başlayınca bir kooperatife girmiş, oturdukları bu kaloriferli daireye sahip olmuşlardı, kendi evlerindeki ilk günlerde her sabah aynı şakayı yapmıştı: “Bugün ev sahibi gelir, kirayı ister.” Çocukları bu sözlerin anlamını kendisi gibi bilemezdi, ev sahibi olmanın şükrü ve minnetsizliğin sevinciydi bu. Yatağına sığmayan bir coşkun nehir gibi olan bu ülkede, askerî ihtilâller, sıkıyönetimler, karanlık, karışık, soğuk günler görmüştü. Ama her haliyle sevmişti, burası onun vatanıydı, eksiğiyle kusuruyla helaliydi, namusuydu, hatırlayamadığı anası, üvey anasının tesiriyle kendine sahip çıkmayan ama gene de çok sevdiği babasıydı. Aydınlık bir yarın gibi sevgiyle ışıldayan kızlarıydı. Güçlü kollarıyla, adını, değerlerini, türkülerini, aşklarını ebediyete taşıyacak oğullarıydı.

            Gözleri buğulu bunları düşünürken ne kadar zaman geçti bilmiyordu, kapı zili çaldı, Ulviye açmaya gitti. Odanın kapısından içeriye, uzun boyu, biçimli endamıyla, gülerken gözleri de gülen, simasından asalet, safiyet, muhabbet damlayan Mehmet girdi. Sanki sabahı zor etmiş gibiydi, baba oğul birbirlerine bir an baktılar, oğul, babanın çehresindeki dargınlığı, baba, oğlundaki sevgi dolu telaşı gördü. Mehmet, babasına yaklaştı, oturduğu koltuğun önünde eğilerek çömeldi, ellerini avuçlarının içine aldı, babasının buğulu gözlerinin ta içine bakarak dedi ki: “Babam, işe gitmeden seni görmek istedim. Dün gelinin, anneme bahsetmiş, bir şeyler söylemiş. Duyarsan üzüleceğini düşündüm. Bazı arkadaşlarım, yurtdışına gitme planları yapıyorlar, daha iyi şartlarda, daha çok para kazanma imkânları varmış. Biz de evde öylesine bunu konuştuk ama… Baba, ben seni bırakıp, ben bu toprağı bırakıp hiçbir yere gitmem, gidemem. Azı da çoğu da kabulüm. Para her şey değil, ben senin yanında, annemin yakınında, bayrağımın altında olmayı dünyanın bütün hazinelerine değişmem. Herkes nasibi kadarını kazanır, ezelde yazılan rızkı yer. Allah birimizi bin etsin, sağlıkla uzun yıllar beraber yiyelim, yaşayalım, gördüğümüz son şey, bu gökyüzünde, bu hilal olsun baba. Sakın aklına yanlış bir şey getirme. Ben buradayım burada kalacağım, çocuklarım da burada olacak.”

            Baba oğul birbirlerine uzunca bir süre sarıldılar, baba Mehmet’in gözyaşları, oğul Mehmet’in omuzlarını ıslattı. Mehmet, çıkarken annesine bir şeyler fısıldadı, kadının yüzü ışıl ışıl oldu. Oğlunu uğurladıktan sonra gülümseyerek kocasının yanına geldi. “Gelin hamileymiş, hiç de kimseye söylemediler ya, dün cinsiyeti belli olmuş, Allah bilir en doğrusunu ama doktor, cinsiyetine oğlan demiş. İki kızdan sonra Allah, bir de oğlan verdi Mehmet’ime. Ha bir de, oğlunun adını Mehmet koyacakmış.”  dedi.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
fatma pekşen
fatma pekşen 5 ay önce
Tebrik ediyorum Yasemin hanım.
Yasemin Kaya
Yasemin Kaya 4 ay önce
Çok teşekkür ederim, var olun, sağolun.