
Hanife DÖNER
ANNA KARANİNA’YI NEDEN OKUMALIYIZ?
İyi ki sanat var, yoksa gönlümüzü nasıl temizlerdik değil mi?
Sanatseverlere çok güzel bir haberim var. Her ülkenin edebiyatında sahip olmak isteyeceği, devrilmez bir anıt olan Tolstoy’un Anna Karenina adlı romanından uyarlanan tiyatro gösterisi, Sivas’ta iki kez Muhsin Yazıcıoğlu Kültür Merkezi’nde sahnelenecek. Romanı okumuş, sinemaya çevrilmiş tüm versiyonlarını defalarca izlemiş, (hatta balelerini bile) ve çok etkilenmiş biri olarak, bu temsili çok merak ediyorum.
Kitabı okumak ya da oyununa gitmek için benim tavsiyeme ihtiyacınız var mı bilmiyorum ama kesinlikle çok önem arz eder.
Çehov, Tolstoy için, ‘’O adamdan korkuyorum. O adam dünyaya Anna Karenina'nın gözünden bakabildi.’’ demiştir. Bu sözün ne anlama geldiğini on beş yılın ardından ikinci kez okuduğumda daha iyi anladım.
Dostoyevski de ‘’Çağımızın Avrupa edebiyatındaki benzerlerinden hiçbirinin kendisiyle boy ölçüşemeyeceği kadar kusursuz, mükemmel ve ölümsüz bir sanat eseridir." sözleriyle övdüğü bir eser.
Tolstoy'un "romanın en iyisi yazılacaksa bunu elbette ki ben yaparım" şiarıyla kaleme aldığı büyük esere gelecek olursak; gelmiş geçmiş en iyi detaylandırılmış kadın karakter olabilir. 1878'de ilk baskısı yapılan eser, tarihte ilk defa iç monoloğun kullanıldığı romandır. Okuyanların bildiği detaylardan bahsetmeyeceğim.
Mükemmel karakter analizlerinin olduğu eser, Anna Karanina’nın Kont Vronski’yi ilk kez bir tren garında, Kont Vronski’nin de Anna’yı görmesi ile başlar.
Toplumun kurallarının sorgulanacağı, zaman zaman da toplumun kurallarının bireyi sorgulayacağı o büyük hikâye bir tren garında böylece başlar. Her şeyin başladığı yerde bitmesi ise acımasız bir son olur.
Rivayetlere göre, Tolstoy, Anna Karenina’nın sonunu yazarken sadece bir karakteri değil, bir insanı kaybediyormuş gibi hissetti. Günlerce odasına kapanmış, yemeğine dokunmamıştı. Hizmetçisi, her zamanki gibi kapıya bir kez vurup uzaklaşırken, içeriden hiçbir ses duymayınca endişelendi. Kapıyı açtıklarında Tolstoy’u cenin pozisyonunda yerde, hıçkırarak ağlarken buldular. Onu bu kadar sarsan şeyin ne olduğunu sorduklarında, ağzından sadece şu iki kelime döküldü: ‘’Anna Karenina öldü.’’ Bu kadar hissederek yazılmış bir kitapmış.
Yalnızca kadın erkek ilişkileri üzerine yazılmış bir kitap olarak değerlendirirsek büyük haksızlık etmiş oluruz ona.
Kitap temelinde ilişkiler üzerine kurulmuş gibi gözükse de arka planda dönemin Rusya'sını, siyasetini, ve sosyo-ekonomik şartlarını çok güzel bir şekilde göz önüne seriyor.
Tüm klasiklerde olduğu gibi burada da yazar düşüncelerini anlatmak için yüz tane makale yazmak yerine aşk, evlilik, aile ilişkileri, tarım, din, hayvancılık, sanayi, savaş, yönetim ve tabii ki komünizm hakkında devasa bir bilgi yumağı sunuyor. Bunu da bir aşk hikayesine yedirerek yapıyor aynı zamanda.
Tolstoy, sadece bir kadının trajedisini yazmadı, onu yargılayan, dışlayan, mahkum eden düzenin de bir portresini çizdi. Erkekler aşk uğruna hata yapabilir, affedilir, unutturulur ama bir kadın bunu yaptığında, onun için merhamet yoktur. Anna’nın hikayesi, aslında bir toplumun kendi elleriyle yarattığı kurbanlarını nasıl yok ettiğinin hikayesiydi.
Bir erkek olarak bir kadının ruhunu nasıl bu kadar iyi anlar? Anladığı şeyi çok güzel yansıtması zaten tartışmasız dehasıyla ilgili ama bir kadının iç dünyasına nasıl bu kadar derin bir yolculuk yapar? Yazacak çok şey var fakat kelimelerle manasını azaltmayayım.
Hiç görmediğiniz bir ülkede, hiç tanık olamayacağınız bir dönemde yaşayan insanlarla ilgili bir kitap okumaktan ziyade onlarla beraber yaşamış kadar orada hissetmek istiyorsanız kendinizi, mutlaka okumanızı tavsiye ederim.
Zaten uzun bir kitap olduğu için onu okumamak tarihin en tutkulu kadını olan Anna Karenina’ya yapılabilecek en büyük hakarettir.
Çağımızın Avrupa edebiyatındaki benzerlerinden hiçbirinin kendisiyle boy ölçüşemeyecek kadar kusursuz, mükemmel ve ölümsüz bu eseri, okumayana okutturalım, okuyanla da gelin kitabı tartışalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.