
Yüce Dağ Başında Yağan Kar İdim
Günümüzün sanal dünyasında yetişen çocuklar ev ödevlerinde ya da resim-iş derslerinde dağ fotoğrafları çiziyorlar mı bilmiyorum.
Biz karakalemlerimizle veya alabildiyse ailemiz altı renk kuruboya kalemlerimizle yaptığımız manzaralara nedense hep bir dağ, bir ırmak ve bir ev çizerdik; çiçekler, ağaçlar, köprüler, insan ve hayvanlarla güzelleştirmeye çalışırdık çizdiğimiz tablomuzu. Ve muhakkak tablonun üst kısmına kurulmuş dağa doğru gittikçe daralan, kıvrım kıvrım bir yol bulunurdu resimlerimizde...
Dağlar bizim için ulaşılmaz yerlerdi. Yüceydi. Güçlüydü. Yüksekti. Görkemliydi ve gizemliydi hep...
Bilmem ama nedense bir his vardı hep içimde... Herkesin içinde saklı bir dağ var sanki ulaşılmaz; ya da bir deniz var, derinliği bilinmez… Hikayesi mechul bir dağ... Ne zaman ki, insanın dudakları kuruyup, nefesi boğazında düğümlenir; işte o dağ, dumanlı başı, yalçın ve dik duruşuyla çakılır insanın yüreğine ve sesi kesilir insanın, sözü tükenir, gözleri nemlenir.
Ve bir hüzün çöker, dağ gibi oturur yüreğine insanın... Özleyiş midir, kaçış mıdır, sığınış mıdır, pek bilinmez.
Dağa gözlerini diken adam, dağa göğsünü çevirdiğinde yüreği yufkalaşır, yüreği dağlanır aslında… Suskunluğu volkanik bir dağ gibi korlansa da içinde, söz de ses de çağlayanını kaybetmiştir. Ses, sesini yetim bırakmıştır. Sesi sese, sezi söze ulaşamamıştır.
Biliriz ki, insan insanın sesine muhtaçtır. Tek başına konuşulmaz, tek başına anlatılmaz. Ses işitilmek ister ve duymayı arzu eder.
Anlatılacak şey ne kadar çoksa yara o kadar derinleşir; dağların üzerindeki çiçeklerin, kuşların çokluğu kadar sözcükler boy verir suskun dudakların ardında; her birisi açmadan solar, her bir sözcük ses olmadan yokluğa hüküm giyer.
O nedenledir ki insan konuşmak ister; anlatmak, dinlemek, ilave etmek, tenkit etmek ister. Muhabbet ister. O nedenledir ki, “kahve bahane” olsun der. Her zaman ve zeminde bir dinleyene, anlayana, değer verene ihtiyaç duyar insan. Dinleyen ve anlayan bir ses arar, yoksa sözün karşısında, şairin dediği gibi “dağlara çıkmak”, “dağlarda şarkı söylemek” bir çıkış yolu olarak tutmaya çalışır ellerinden.
Ve dağ, dağ gibi adam olur, dinler kendisine gelen insanı…
Şehrin anaforlu kalabalığında, mekânların beton ve araç tasallutunda savrulduğu, sesin ve sözün anlamını yitirdiği, kalabalığın ortasında yapayalnız kalan insan, dağını yitirdi…
Dağ ki, yeryüzü coğrafyasının her bir köşesinde, görkemli görünümü, haşmetli yapısı, güven veren duruşuyla insanoğlunun sığınağı olmuştur hep… Medeniyete giden yolun ilk emri “oku” bir dağ oyuğunda “Hiradağı”nda geldi Yüce Peygambere ve öldürmeye azmetmiş düşmanlara karşı bir dağ kovuğu Sevr Mağarası bir sığınak oldu. Hz Musa Rabbiyle bir dağ başında “Turdağı”nda kelam etti. Hz. Adem ve Havva cennetten yeryüzüne gönderildiklerinde, bir dağ başında “Serendip Dağı”nda buluşabildiler…
Yeryüzü coğrafyası köyüyle kentiyle, dağıyla nehriyle insanoğlunun yaşam mekanıdır. Dağlarla nehirleri bir sohbetinde mukayese eden Konfüçyüs der ki: "Nehirler, insan hayatındaki hareketliliği ve değişimi sembolize eder ve kimi yerde çoşkun kimi yerde sakin akışlarıyla sürekli değişim halindedirler ve güven vermeyen ürkütücü halleri vardır. Böylesi bir nehrin ne zaman ne yapacağını kestirmek güçtür; Hâlbuki ki dağlar öyle değildir. Dağlar hep istikrar ve kalıcılığın simgeleridirler, bir de sadık dostluğun..."
İnsan dostuna gider, dostuna derdini söyler, dostuna sığınır değil mi?... Sitemimiz de dostumuzadır, özlemimiz de, arayışımız da... Ulaşılmaz başı dumanları halleri, geçit vermez engelleri, özlemimizi büyüttüğünde, gurbeti bizlere yaşattığında ince bir sitemle sesleniriz: “Karlı dağlar karanlığın kalktı mı?” deriz ve ardından “Yol ver dağlar ben yarime gideyim”
Rüzgar gibi, ırmak gibi, yağmur gibi değildir dağlar, bunlar hep bize gelir. Fakat dağlar gelmez, biz dağlara gideriz... Dağlar; büyüklüğü, yüceliği, asaletli duruşlarıyla zihnimizin bir yerlerinde hep saygıyla andığımız, özlemle kıskandığımız, hasretle gıpta ettiğimiz yüreğimizin gizli dünyasıdır bir bakıma...
Dağ ile dost olduğumuzu, dağ ile irtibatımızı sürdürdüğümüzde yaşadığımız kenti, o kentteki insan varlığımızı ve ilişkilerimizin bizi kuşatan, modern sarmalın kıskacında boğuluşunu anlarız bir şekilde... Hiç, ulu bir dağın tepesinden şehre baktınız mı, uçaktan bakmak gibi değil bu… İnsan ayağı toprağa değerken gözlerin uzaktan geniş bir alanı seyreyleyişi gibi... Nerdeyse kibrit kutusu gibi dizilmiş o koca koca binaları, bir dağ zirvesinden izlediğimizde fark ederiz, insan eliyle yapılan bir şehrin gözümüzde yücelttiğimiz kadar büyük olmadığını, bir dağ karşısında nasıl küçüldüğünü, alçaldığını....
Dağ sevdamızdır, dağ yüreğimizin yüceliğidir.
Dağ ve insan; toprak esaslı, mümbit birer yüreğin hassas ve özel dünyasıdır sanki... Birbirine bakan, birbirini gören, birbiriyle hayat bulan can damarı gibi... Sesin yankı bulduğu, sözün anlam kazandığı, sevdalıların “oku” emriyle, Allah kelamıyla, yeryüzü cennetinde buluştuğu yüce makamdır o... O nedenle “dağlar dağımızdır bizim”...
O nedenle; gurbetiyle, hasretiyle, yağmuruyla ve karıyla dağlanırız hep...
“Yüce dağ başında yağan kar idim
Yağdı yağmur güneş vurdu eridim
Evvel yarin sevdiceği ben idim
Şimdi uzaklardan bakan ben oldum”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.