
NİYE YAZIYORUM?
Birkaç sene önce yazmaya başladığımda, yazmam gereken konuların “Emri maruf, nehyi münker” olması gerektiği kanaatinde idim. Sonraları baktım ki o görevimi gücümün yettiği, dilimin döndüğü kadar Spas Tv, de Cuma günleri yaptığım, “Tefekkür Bahçesi” adlı programım da ve yine Perşembe günleri Güneş Radyoda ki programlarda yerine getirmeye çalışıyorum. Fakat bazı konular var ki televizyon programın da teferruatlı olarak anlatılamıyor, yanlış anlaşılmalara sebep oluyorum. Bende bu konular da yazmaya karar verdim.
Neydi o konular?
1-) İslam’ın ana yolunu
(Sıratı Müstakim’i) anlatmak.
2-) İslam’ın ana kaynağı Kur’an-ı anlatmak
3-) Peygamber Efendimizin sağlığında bildirdiği gibi, “Ana caddeden ayrılan, doğru yol ’un sapık kollarını” yazmak.
4-) İslam’ın özüne sirayet edip, hangisi İslam, hangisi Bidat bilinmeyen sonradan çıkan uygulamaları deşifre etmek. Bunu yaparken ayrıcılık yapmadan, nifak tohumları ekmeden, kimseye saygısızlık etmeden düzeltmeye yönelik bir şeyler yazmaya çalışmak.
Aslında yukarda ki dört maddelik konuda yazı yazmak benim haddimi aşan mevzular olduğunu biliyorum. Bütün yetersiz bilgime rağmen, ilmine, irfanına güvendiğim geçmişte ve günümüzde bu konularda eserler bırakan büyük âlimlerimizin değerli kitaplarından istifade ederek “Cahil cesaretli olur” fehvasınca yazmaya başladım. Yanlışa düşmekten Rabbime sığınırım. Okurlarımdan tek arzum yanlışlarımı hemen bildirmeleridir. Hemen düzeltme yapacağımdan emin olabilirler. Doğruyu tespit etmek için en büyük ve güvenilir ölçümüzün Kİşte yukarda ki mevzuları yazarken yolumuz, İslam’ın ana yolundan, ürettikleri bidatlerle yer-yer sapkınlığa ve yanlışlara düşen Mevleviliğe rastladı. Celaleddin Rumi’yi ve Mevleviliği anlatmak için fazla kaynak aramaya gerek yok, Celaleddin Rumi’nin kendi eserler olan Mesnevi, Divani Kebir, Fihi-Mafih, Eflaki Dedenin Ariflerin Menkıbeleri isimli eseri ve Sipahsalar’ı incelemek yeterli olacaktır.
Osmanlı tarihi incelendiğinde görülecektir ki; Dini hayat iki büyük tarikatın mücadelesi ile geçmiştir. Bektaşilik ve Mevlevilik: Birisi askeri kanada el atmış, yeniçerileri elde etmiş, oradan aldığı güçle fikrini hâkim kılmaya çalışmıştır. Diğeri ise direk Padişah’a ve divan’a tesir etmiş, gücüne güç katmıştır. Bektaşilik, bünyesine kattığı hurafe ve bidatlerle kendine mahsus bir yol izlemiş, egemenliğinde ki yeniçerilerden aldığı güçle devlete başkaldırır hale gelmiştir. İslam’ın temel ibadetlerinden uzaklaşarak tarikat kültürünü ibadete çevirmiş, semah yapmakla yetinir hale gelmiştir. Son zamanda bir kısım bilim adamlarının tespitine göre, Bektaşiliğin bu hale gelmesinde dış tesirlerin de etkisi büyük olmuş, zamanla Masonlar tarikata sirayet etmiş ve birçoğu Dedelik makamını işkâl etmişlerdir.
Mevlevilik ise: Bünyesinden çıkardığı Şair ve Ediplerle Sultanlara, Divandakilere tesir etmiş, bazen mürit halkasına Padişahları, vezirleri de katabilmiştir. Mevleviliğin ürettiği bidatler hususunda, bilhassa Sema ayını ile ilgili, Osmanlı Ulamasının birçoğu haram olduğuna dair fetvalar vermişlerdir. (Şeyhülislam El Ensari El İlam vel İhtimam, S. 492-493) Bu hususta en şiddetli fetvayı veren Osmanlı’nın meşhur Şeyhülislam’ı Ebussuud Efendidir. (M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları, Enderun kitapevi, İst. 1972 S. 85-86) Bir dönem de Kadı Zadeler diye bilinen ve bilhassa Mehmet Van’ı (1665) gibi Âlimlerin tesiri ile Mevlevi haneler kapatılmış, içindekiler yağmalanmıştır. Ama yinede Cumhuriyet dönemine kadar hayatiyetini devam ettirebilmiştir. Fakat Mevlevilikte kendini dış tesirlerden koruyamamış, oraya da Sabataistler nüfuz etmiş, son iki asır da Mevleviliğin meşihat makamının çoğunu bu dönmeler işkâl etmişlerdir. (Bak. Soner Yalçın, Efendi 2)
Selçuklu ve Osmanlının yaşayıp geliştiği ve zeval bulduğu Bu Anadolu toprağında sadece Mevlevilik ve Bektaşilik yaşamamış, bilakis en ılımanından, en sapkınına kadar bütün tarikatlar yaşama imkânı bulmuşlar, ürettikleri bidatlerle İslam güneşini lekelendirmiş ve tanınmaz hale sokmuşlardır. Bu tarikat şeyhlerinden yüzde doksanı vahdeti-vücut bataklığına batmış, yüzde ellisi kendisini Mehdi ilan etmiştir. İçlerinden peygamberliğini ilan eden, hatta Tanrı olduğunu söyleyecek kadar sapıtanlar bile çıkmıştır.
Anadolu’nun, mağdur ve mazlum Müslüman halkını bu tür yanlışlardan korumak için, bu yanlışların ortaya konmasının gerekli olduğuna inanıyorum ve onun için bu konuları yazmaya devam ediyorum. Bu yazdıklarımla bir kişinin bile dalalete düşmesine mani olursam kendimi dünyanın en bahtiyar insanı sayarım.
Bir yazarı, bir kitabı tenkit edenlerin başvuracağı üç itiraz şekli vardır:
1-) “Sen kimsin ki öyle birini eleştiresin. Senin ilmin ne, irfanın ne? Senin onun hakkında bir şeyler söyleyebilmen için kırk tekne ekmek yemen gerekir” derler. Hâlbuki birinin eksiğini, noksanını bilmek için, ondan fazla bilgili olmak gerekmez.
2-) Yapılan tenkitlere itiraz edene, “ kardeşim gel bu adamın kitabında şu yazdıklarına bak, sence bunlar yanlış değilse ben bu yazdıklarımı sileceğim” deyince şöyle cevap verirler: “Bu satırlar, O mübarek insanın kitabına istemeyenleri tarafından sonradan yerleştirilmiştir, bu satırları O büyük âlim yazmış olamaz.”
3-) Tartışmada üçüncü merhale. Gerçeklere aykırı, yanlış olan satırların O yüce kabul edilen kişiye ait olduğu bir şekilde ispatlanırsa, bu seferde üçüncü itirazlarını yaparlar: “Ya kardeşim, sen O satırlarda yazılanları anlamamışsın, aslında O mübarek insanın söylemek istedikleri senin anladıkların değil, onu anlamak için Bâtıni manayı bilmen gerek” diye itiraz ederler.
Tenkit yazanların karşılaşacağı sorular üç aşağı, beş yukarı böyle olur.
Yetmişli yılların sonlarına doğru merhum Necip Fazıl Kısakürek, namı diğer Üstat, birkaç yazısında, İstiklal Marşı şairimiz merhum Mehmet Akif Ersoy’u tenkit etmişti. Tenkidin konusu ise, Akif’in Çanakkale şehitleri için yazdığı, “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi, Bedrin aslanları ancak bu kadar şanlıydı” mısraları ile “Bir hilal uğruna ya Rab ne güneşler batıyor” mısralarıydı.
Bu şiirlerde Akif, İslam’ı Ay’a, Çanakkale şehitlerini ise Güneşe benzetiyor; Şehitlerin kanları ile İslam’ın remzi olan tevhid’in kurtulduğuna işaret ediyor ve Bedir savaşında şehit olan sahabeler ile Çanakkale şehitlerini aynı seviye de tutuyordu. Bu tenkitlere kızan bir kısım insanlar ise Necip Fazıl’a, “Sen kim oluyorsun ki Akif’i eleştiriyorsun, onu eleştirmeye senin ne ilmin ne de şairliğin yeter” diye çıkışıyorlardı.
Kendisine kızıp, saldıranlara ise merhum Üstat, kendinden beklenmeyen bir tevazu ile şöyle cevap veriyordu: “Birinin eksiğini fazlasını ortaya çıkarmak için ondan üstün, ondan âlim olmaya gerek yoktur. Altın, dünyanın en kıymetli madenlerindendir ama onun sahte olup, olmadığı, Altının yanında değeri sıfır olan mihenk taşı ile anlaşılır” diyordu.
Asrısaadette Peygamber Efendim “Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz.” (Müslim Fedail, 38) diyerek kendisi için bile tenkit kapısını açık tutmuştur. Yine, Hz. Ömer’e, “Sen doğru yoldan ayrılırsan seni kılıcımla düzeltirim” diyen sahabe ile Halife Ömer iftihar ettiğini bildirmiştir. Sonraları gelişen ortamlarda mezheplerin en büyüğünün kurucusu olan ve en büyük imam (İmamı Azam) diye anılan İmam’ın kendinden sonrakilere, “Söylediklerimde bir yanlış bulursanız benim sözümü çöpe atın” demiş iken Celaleddin Rumi’nin kendisini tenkit edenlere “Bire bacısı kahpe olan” diye hakaretlerle kendisine itiraz edenleri susturmasını sizde manidar bulmuyor musunuz?
Ahir ömrümde vardığım kanaatim odur ki, İslam tarihi içinde ne kadar kitap yazıldı ise yazanların hepsinin de masum olmadığı gibi, yazılan eserler de hatadan, yanlıştan uzak değildir. Bir tane istisna vardır ki, oda Kur’an’ı Kerimdir. Kur’anı Kerimi de anlama ve anlatmada hata ve yanlışlara düşülmüştür. En çok hata ve yanlışlar rivayet kültürü ile beslenen Hadislerin yazılmasında yaşanmıştır. Fakat bu mevzuda geliştirilen tenkit ilmi nispeten düzeltme sağlamış, Milyona ulaşan Hadis sayısı bu sayede onda bir oranına inmiş ve Hadis kitapları sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek eserlerde kalmıştır.
Bu sahada tenkitten uzak, adeta dokunulmaz kabul edilen, yüzde yetmiş, yüzde seksen hata ve yanlışlarla dolu olarak yazılan eserler, Tasavvuf konusunda yazılan kitaplardır. Çünkü bu konuda yazılanlar evvela O, kitabı yazanın bağlıları tarafında kutsanmış, adeta ona dil uzatan çarpılır anlayışı hâkim olmuştur. Bu korkutmalardan tesir görmeyip cesaretle mutasavvıfların yazdıklarını tenkit eden bazı âlimler de çıkmıştır. (İbn Teymiye gibi) Fakat böyle âlimleri de adeta yazdıklarına pişman etmişler, tekfirle suçlamışlar, yazdığı eserlere ambargo uygulamışlardır.
Kendisini tenkitten koruyan en şanslı kitaplar bir vezin, bir ölçü ile yazılan şiir kitaplarıdır. Şiirlerde dinleyeni büyüleyen ve şiirle ne deniyorsa, doğrudur intibaını veren sihirli bir taraf vardır. Herkes kafiyeli konuşamaz ve herkes şiir yazamaz. Dinleyenler şiirsel sözleri sanki o söyleyenin sözü değil de, manevi âlem de o sözler Şairin diline konuyor gibi kabul ederler. Şair gibi şiirsel bir dille konuşamayan da düz yazı ile tenkit etme hakkını kendinde bulamaz. Hatta bu konuda “Allah doğru sözü Şairlerin dilinin üstüne koymuştur” anlamında mesnetsiz bir sözü hadis diye rivayet edenlerde vardır.
Günümüz âlimlerinden M. Sait Hatiboğlu, İslam tenkit zihniyeti ve Hadis tenkidinin doğuşu, isimli eserinde şunları söyler: “Bizler atalarımızdan devraldığımız eserlerle yetinmiş, onlara yeni şeyler, yeni anlayışlar ilave etmekten kaçınmışızdır. Bir “Kale” lafzının yanı başında kendi görüşümüzü belirtmeyi en büyük cüret saymışızdır. Bu davranış bizi bu günkü duruma düşürmüştür.”
“Biz ancak önceki âlimlerin kitaplarını okuyup anlayabilir ve ancak onların söyledikleri ile amel edebiliriz, biz nerede, onların görüş ve düşüncelerini eleştirmek nerde, onların söylediklerini eleştirmek bir yana, onları taklit etmeye mecbur ve mahkûmuz” mantığı, bu ümmete çok pahalıya mal olmuş ve olmaya devam etmektedir. Müslümanları tenzih ederiz ama bu mantık. “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denilince, “Hayır atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız” derler.(Bakara 170) ayetinin tanımladığı müşriklerin mantığını çağrıştırmaktadır. Bu mantık ve tavır yerine, Müslümanlar Kur’an’ın “Ki onlar, sözü işitirler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir ve onlar temiz akıl sahipleridir..” (Zümer/ 18) prensibini benimserse çok daha iyi ederler. (Hadisler Kur’an’la eşdeğer midir? İbrahim Sarmış)
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Celaleddin Rumi, beşer cinsinden bir insan, zamanının ilimlerini okumuş iyi bir âlim, belki iyi bir şair ve iz bırakan bir mutasavvıftır. Ama O, masum birisi değildir. İslam’i konularda bilgisi olan bir kişi Kur’an’ı Kerimi ölçü alarak Celaleddin Rumi’nin eserlerini süzgeçten geçirirse görecektir ki, Orada bilgi edinilecek çok güzel konular, ayet ve hadis mealleri, eski zaman hikâyeleri, istifade edilecek nasihatler vardır. Ama diğer taraftan Kur’an ölçülerine ters düşen kıssalar, cinsellik çağrıştıran belden aşağı hikâyeler, Hiçbir müfessirin yorumlamadığı şekilde ayet tefsirleri, mevzu hadisler, Vahdet’i Vücut fikirleri, Darvin teorisini çağrıştıran tekâmül nazariyesi, Müslüman olmayanlara büyük hoşgörü, Müslümanlara hakaretler ve daha sayamayacağım hataları, yanlışları Celaleddin Rumi’nin eserlerinde bolca bulabilirsiniz. Hatta ona “Mevlana” sıfatını vermek dahi uygun görülemez. Çünkü “Mevlana” sıfatını Bakara suresi son ayetinde “Ente Mevlana fensurna” (Bakara,286) cümlesi ile Yüce Mevla kendisi için kullanmaktadır. Kur’an-ı Kerimde Yüce Allah’ın kendi zatı için kullandığı bir sıfatı bir kul’un kendisine sıfat yapması her şeyden önce edebe mugayirdir.
Başımız Kur’an’a bağlıysa ki öyledir, kimseyi Kur’an ölçülerinden muaf tutamayız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.