Dr. Halil Pekşen
Olmaz mı?
Hastaların şikayetlerini dinlemekten bunaldığım bir anda telefonuma gelen bir görüntü ile sarsıldım. Aslında ne fotoğrafın kendisi, ne de çeken insan sarsıcı olmak iddiasında değildi. Fakat günlük hayatın keşmekeşi, yetiştirilmesi gereken hastalar, elzem olduğu şüpheli yeni alınmış bir tv taksidinin ödenmesi için çalışarak geçirmek zorunda olduğun saatler, hatta bunun her gün yaşanması, her gün tekrar edilen bu manasız koşuşturma arasında, birden zihnen daha açık, ruhen daha temiz, bedenen daha dinç ve kalben daha bakir olduğum çocukluğumun son, ergenliğimin ilk dönemlerine gittim.
Divriği deki mahalle cami.
Duaları öğrendiğim müezzinlik yaptığım, küçücük olmama bakmadan kocaman dedelerin bana sorumluluk verdiği ilk mekan. Namazdan sonra tesbih fırlatan hocanın gülümsemesi, fısır fısır duaların sesi, sadece o camiye has ve her camide farklı olan solgun bir koku dokundu her duyuma.
Fotoğraf adeta sanat eseri gibi.
Işık bir nevi medeniyet demektir. Işığın gece kullanılması hayat tarzımızı değiştirmiş, insanlığın çalışma saatlerini esnetmiş, eğlenme ve dinlenme vakitlerini değiştirmiştir. Karanlığa mahkum insanların bu mahkumiyet ile akşam vakti işlerini bırakıp, daha gece taze iken uyumak zorunda olduğu düzenden, artık geceleri de bir çok faaliyetin yapılabildiği, yeni iş kollarının, yeni mekanların, yeni eğlence şekillerinin insanoğluna hizmet etmeye başladığı zamanlar belki de aynı zamanda artık ev ahalisini unuttuğumuz, elimizdeki paranın, rızkın kıymetini unuttuğumuz, daha fazlası için damarlarımıza hırs pompalayan bir kalp verdi insanoğluna. Dolayısıyla medeniyetin maddi ve fiziksel olarak bize sağladığı kolaylıkların, manevi ve ruhen bizden sinsi sinsi emdiği hasletlerin ilk suçlusudur ışık.
Camii bu manada daha bakir kalmaya çalışmış. Loş. İnsandan insana değişir bunun yorumu, sıkıcı da diyebilirsiniz huzurlu da, boğucu da diyebilirsiniz, dinlendirici de. Fotoğrafta camii bir loş bir evren. Pencereden içeriye düşen güneş ışığı ise, bu huzurlu ortamı bozmamak için parmak uçlarında süzülüyor adeta içeriye.
Pencerenin hemen solunda, altındaki zayıf ampulün sarı ışığı ile, güneş ışığının kırılmış mavisinin biraz aydınlattığı çerçevede "Allah" yazısı.
Pencerenin hemen solunda ağaçtan oyulmuş bir minber. Süslü olmaktan biraz mahçup gibi bir minber. Güzelliğinin, üstünde okunacak hutbe içeriğinin önüne geçecek olmasından endişeli bir minber. Cemaatin dikkatini dantel gibi işlenmiş oymalara, şaşalı fakat gözü yormayan detaylara davet etmekten korkar bir halde, sessiz bir eda ile görevini ifa etmeye çalışan bir minber.
Allah yazısının solunda yine bir sanat eseri gibi işlenmiş mihrap. Baş tarafında turuncu, hafif bir ışık.
Tavanda ve mihrabın biraz ön sağ tarafında ise belki aynı ormandan komşu ya da akraba ağaçlardan dikmeler. Belki yüzlerce yıldır depremi, yağmuru, kışı sırtlarına almış, değişen cemaatlerin türlü dualarına beraber amin demiş, bazen bir sevgilinin kavuşma duasına, bazen de genç yaşta ahirete göçen oğluna okuttuğu mevlüdü dinlerken hıçkıran bir babanın göz yaşlarına şehadet etmiş, sır küpü ağaç dikmeler. Onlar bu cemaatin en yaşlıları.
Gelelim cemaate.
Başları önde insanlar. Huzurlu, münzevi, önlerine bakıyor gözleri. Başları önde. Bir vicdan muhasebesi. Bir hayali gerçek olsun diye edilen bir dua belki. Teslim olmuşlar. Başları önünde. Ben kulum ve sen Allahsın. Başım yalnızca sana eğilir...
Eli boş gidilmez gidilen yere
Boş gelmedim ya Rab, ben suç getirdim.
Dağlar çekemezken bu ağır yükü...
İki kat sırtımda çok güç getirdim
Mısralarını hatırladım.
Cemaat halinde bir ordunun mensupları gibi aynı şekilde durmuş bu insanların öne eğilmiş başlarının içinde hep başka mesele.
Dizlerine veya seccadelerine bakıyor hepsi. Ve o seccadeden gözleri ile geçmişten nahoş bir hatıra, veya evinde bekleyen hastasına dair soluk bir bakış, veyahut da geleceğe dair hoş bir hayali topluyorlar.
Belki sağdaki adam öğleden önce belki de malımı daha az kar ile satmalıydım, müşterinin hakkına mı girdim diye maddi bir alışverişini manevi iklimlerde değerlendiriyor. Soldaki adam seccade motifine dalarken yirmi beş yıl önce babası ona kızınca, gençlik ateşiyle verdiği tepkiye mi hayıflanıyor acaba. İçinde "baban ulan o senin, sussan, çeneni tutsan, he baba desen ne olurdu" diyen şimdiki olgun haliyle o ana bir sehayat mi ediyor?
Öndeki adam mesela dizlerine bakarken bir yandan dün istenmeye gelmiş kızı için hayır dua mı ediyor içinden. "Allah vere de kızımı üzmeyeler, ben onu el bebek gül bebek yetiştirdim, benim gülümün kıymetini bileler" diye düşüncelere mi dalmış.
"Hocam hasta reçete BEKLİYOR" sesiyle irkiliyorum. Tabi. Koşturmamız lazım. Yapılacak çok iş var. Ama içim bir hoş. "Mesut bi beş dakika mola verelim mi, hastalara bilgi ver beş dakika sonra devam edelim" diyorum.
Bu fotoğrafı çok beğenmeme rağmen neden içimi burdu? Neden rahatsız hissettim ki kendimi?
Evet. Değiştim. Geliştim. Çok yer gördüm. Çok farklı hazlar edindim. Evet ben oralardan geldim ama oraları aştım. Aştım. Aştın mı? Oralardan düştün mü yoksa?
Evet. İtiraf etmeliyim artık.
Çok özlediğimi hissettim o günlerimi. Günahı merak ettiğim ama korkudan tatmadığım, daha uzun dualar ettiğim, tüm ölmüş akrabalarıma isim isim, fatihalar gönderdiğim, dedelerin bana ve birbirlerine hacı yağı ikram ettiği, sonra bana bir de hırkalarının cebinden minik bir cam şeker kıyağı geçtiği, acelenin ayıp, yavaşlığın adet olduğu, yaşlı ses tellerinden bazen ağır bir akşam yemeğinin hazımsızlık sesinin patlattığı bir "Allahu Ekber", veya nefes darlığının kıstığı , bismillahların, aminlerin, subhanallahların olduğu o günleri, o ortamı, o masumiyeti çok özlediğimi hissettim. Özledim ulan sizi dedeler!
Başını düşürmüş, hep Allahtan korkmuş, kendini ona adamış o adamların hepsine ayrı ayrı özendim. Profesörlere, futbolculara, ünlülere, zenginlere, güçlülere özenmem ben asla. Ama bu amcalara çok özendim.
Belki bu adamların hayatı minik bir ilçede hatta o mahalleden çıkmadan geçecek. Benim kadar farklı hazlar, lezzetler, deneyimler bilmeyecekler, ülkeler şehirler manzaralar görmeyecekler. Bize göre belki onlarınki kayıp bir hayat.
Ya bizimkisi ise kaybolan hayat?
Pariste yediğin Crème brûlée, viyanada yediğin şinitzel, cenovada izlediğin opera... Hani böyle biraz da böbürlenerek gezdiğin yerleri anlatırsın ya Halil. Hangi sahne, hangi haz, hangi günah, hangi yemek seni bu adamların huzuru kadar rahatlattı?
O kadar farklı alemlere gittim ki bu fotoğrafa bakarken. Yüz elli kere açıp baktım inceledim. Özledim sizi dedeler. Tesbih fırlatmanızı, başımı okşamanızı, fısır fısır yanlış telafüz ettiğiniz ama büyük bir samimiyetle okuduğunuz surelerinizi, hacı yağlarınızı, yavaş yavaş hareket etmenizi, namazdan çıkarken yüzünüzdeki nuru özledim ulan.
Olamıyorum. İstesem de gayret etsem de olamıyorum. Divriğinin güllübağ mahallesinin Süleymanağa camiisindeki namazlarımı da hiç Bi yerde kılamıyorum, dualarımı da hiç bir yerde edemiyorum.
Özledim seni imam efendi. İkindi namazından önce okuduğun kuranı, yaşlıların bazılarının yaz sıcağında caminin önündeki banktaki gölgede, bazılarının içeride serinde seni dinlediği sakin saatleri özledim. Kimsenin kafasında daha fazla para, daha iyi araba, daha çok kıyafet olmadığı, behzat dedenin gözlüğünün kalın camlarının arkasında gülen çipil çipil gözlerini, nuri amcanın rahmetlik dedemle yara şaka yarı ciddi didişmesini, çenesine kadar sarkmış hilal bıyıkları ile dev gibi dayımı, beni biraz da sinir edecek şekilde yüzümü sıkan, saçlarımı okşayan babamın ellerini, o iddasızlığı, sürekli dışarıda kendini tanımadığı insanlara ispat etmek için didinmek yerine, günde beş vakit kendini yaradanına ispat etmek için buraya gelen o adamların temiz imanlarını özledim.
10 yaşımda, daha çocukken, öğlen namazından sonra, imam muharrem hocam beni çağırıp ilk ciddi sorumluluğumu vermişti. Artık duaları öğrendin, ikindide müezzin sensin. On yaşında bir çocuk yetmiş seksen yaşında dedelerine bir şekilde öncülük edecek. Onun "Hayalesellah" çağrısı ile namaza gelecek, onun "hayallefelah" sesiyle kurtuluş ümidi için safta yerini alacaklar. Küçücük bir çocuğa çok havalı bir görev. Sesim titreyerek getirdiğim ilk gamet, tesbihi olmayan dedelere tesbih teminatı, cemaati ve hocanın dudaklarındaki kımıldayışı takip ederek tam yerine denk getirdiğim subhanallah, elhamdülillah ve Allahuekber tesbihat zamanlaması ile görevim yerine geliyor. Bunu sivasta anlatacam arkadaşlarıma diye seviniyorum içimden.
Gel on yaşındaki Halilim gel. Gel yanıma otur. Çok mu başarılı oldu sen şimdi. Doktor mu oldun sen. Çok mu övüyorlar seni. Araban sıfır model mi? Ooo çok mu hızlı gidiyor? Gel on yaşındaki Halilim, sor kırk yaşındaki haline şimdi?
Neden özendi şimdi sana?
Neden yüreği burkuldu?
Neden uzun uzun dualar edemiyor artık?
Eskiden her gün okula giderken okuduğu ayetel kursiyi neden aklına getiremiyor artık işe giderken. Neden dilinde dua yok da arabasında müzik var her sabah.
Neden eskiden her gece her gece rahmetli adaşı hafız dedesine, babannesine, anneannesine, Saliha halasına tekeerr teker isimlerle gönderdiği fatihalar aklına gelmiyor geceleri.
Dua edecek ruhu mu kalmadı? Yüzümü yok artık tövbe etmeye?
Ne küfürbaz Bi adam oldu da tövbelerinin bile ağzı bozuk bu kadar?
Yer değişelim mi on yaşındaki Halilim. Bir gün, hatta bir namaz vakti bile olsa sen gitsen hastaneye de ben ikindi namazına müezzinlik etsem?
Olmaz mı?

Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.