İSTANBUL BAKKALİYESİ VE SİNEKLİ BAKKAL SOKAĞI

Fatma Pekşen

16-Ağustos-2024

I.BÖLÜM

Bakkallar, insan hayatını kolaylaştıran işyerlerinden biridir. Lüzum edildikçe koşulan, borç para alınabilen, kapı önünde oynayan çocuklar için tembihte bulunulan, icabında evin anahtarı teslim edilen, mahallenin kalbi, ailenin bir ferdi gibi görülen şahıslarla bütünleştirilen mekândır.

Türkiye açısından bakılacak olursa, Yeşilçam filmlerinden dizilere, mevki adlarından edebiyata, türkülerden manilere kadar birçok alana da mevzu olmuştur.

Bakkalhane, bakkaliye, bakkal, yerel söylenişle bahal, beqal; hatta bakkalcı. Tükân, dükkân; Hak kapısı. Her ne şekilde söylenirse söylensin, o kadar kanıksanmıştır ki aile kavramına en yakın işyerlerinin başını çeker. Elbette bu durumun samimiyeti bakkal isimlerine de yansır.

Halkın Bakkalı, Semt Bakkalı, Mahalle Bakkalı, Aile Bakkalı, Evin Bakkalı, Sizin Bakkal, Bizim Bakkal, Yöre Bakkalı, Yörem Bakkalı, Halk Bakkalı, Köylüm Bakkalı, Şen Bakkal, Kanaat Bakkaliyesi, Kısmet Bakkalı...

Hatta son dönemlerde veganı bile çıkmıştır; Vegan Bakkal namıyla.

Ve dahi bu ekmek kapılarını işletenlere Bakkal Amca, Bakkal Teyze, Bakkal Abi, Bakkal Abla, Bakkal Dede, Bakkal Baba gibi aileden birisi sayılarak hitap edilir.

Kimileyin Laz Bakkal, Kürt Bakkal, Arnavut Bakkal, Arap Bakkal, Göçmen Bakkal gibi kökenleriyle tanınırlar. Bazen Süslü Bakkal, Deli Bakkal, Kör Bakkal olurlar. Bazen de Hoca Bakkal, Hacı Bakkal, Haham Bakkal, Öğretmen Bakkal gibi diğer/önceki meslekleriyle bilinirler.

Bazen Erdal Bakkal, Ali Baba Bakkal olurlar, bazen de Bakkal Suat, Bakkal Ahmet, Bakkal Muhittin, Bakkal Memduh olurlar. Leblebi tozundan margarine, çamaşır sodasından kaleme, meşrubattan ampule kadar darda kalınan her durumda kapıları aşındırılır.

Gün gelir vakit çatar, Bakkal Durağı, Kız Bakkal Civarı gibi mevki adına konu olurlar. Aylak Bakkal, Saf Bakkal, Efe Bakkal, Bakkal Kafe isimleriyle hayatımızın tam da ortasında yer alırlar.

O da yetmez, Şaşkın Bakkal Semti, Küçükbakkalköy semti, Hacı Bakkal Sokağı, Balıkçı Bakkal Sokağı, Bakkalbaşı Sokak, Bakkal Âdem Sokak, Söğütlü Bakkal Sokağı, Kapalı Bakkal Sokak, Mumcu Bakkal Sokak, Dutlu Bakkal Sokağı, Karanlık Bakkal Sokağı, Ördekli Bakkal Sokağı, Aynalı Bakkal Sokağı, Tavukçu Bakkal Sokak, Altın Bakkal Sokak gibi yerleşik isimlerle mahallelere kurulurlar. Kör Bakkal Sokağı/Çıkmazı, Kuyulu Bakkal Sokağı, Kubbeli Bakkal, Bakkal Bayırı, Bakkal Yokuşu, Eşref Bakkal Yokuşu, Bakkal Âdem Sokağı, Balıkçı Bakkal Sokağı, Fenerli Bakkal Sokağı namıyla yurdun dört bir yanına yayılıverirler.

Bazı muziplerce Bakkal Gazi de olabilirler; her ne kadar bellerinde sokulu kılıçları olmasa da. Muhtemelen bu bakkal isimlerinin her birinin de ayrı hikâyesi vardır. Tıpkı sokak veya semtlere verilen bakkal’lı isimler gibi. Mesela bunlardan birisinden Refik Halid Karay şöyle bahseder:

“Şaşkın Bakkal hakkında bir gazetede şunu okumuştum ki, doğrudur; ben hem o bakkalı hem de Sabah Gazetesi sahibi Mihran Efendi’yi tanıdığım için tasdik ediyorum. Soyadı Nakkaşyan olan Kayserili Mihran, deniz kıyısında, güzel bir köşk ve deniz hamamı yaptırmıştı. Babamın dostuydu; biz o hamamdan denize girerdik. Civarda hemen hemen ev, yani müşteri yok ama köşede bir bakkal dükkânı açmış, o da Ermeni…

Mihran Efendi bir çift yağız at koşulmuş mükellef faytonla akşam saatinde Kadıköyü’nden köşküne dönerken, biçare bakkalla şakalaşırmış ve böyle bir yerde dükkân açtığından dolayı ona arabasından seslenirmiş:

“İşler yolunda mı şaşkın bakkal?”

Bu tuhaf, hoş ismin ebedileşeceği ve lüks bir mahalleye âlem olacağı hatıra gelir mi? Fakat İstanbul halkı, bakkallara zaten isim takmaya meraklıdır. İşte “Sinekli Bakkal” işte “Altın Bakkal” işte “Aynalı Bakkal”, “Balıkçı Bakkal” bile vardır.”[1]

Gene Karay’ın satırlarından, yaşadığı dönemin bakkallarıyla alakalı ilginç malumatlara da ulaşmak mümkündür:

Yarım asır evvel şehir içinde, (1938-1965 yılları arasındaki gazete yazılarından derlenmiştir.) bilhassa mahalle aralarında bakkal dükkânı hem pek azdı hem de mevcut olanlar hep ufak tefek, gösterişsiz ve küçük sermayeli basit şeylerdi. Aktarlar daha çok iş yapardı. Geliri yüksek aileler, yani konak ve konak yavrusu sahipleri, eve lâzım olacak erzak ve nevaleyi muayyen zamanlarda toptan alırlar, arabalara yükletirler, anbar ve kilerlerini çeşitli levazımla doldururlar, mahalle bakkalından alışveriş etmeye ihtiyaç duymazlardı.

Az gelirliler ise bir taraftan daha ucuzunu, öbür yandan daha nefis ve tazesini Asmaaltı ve civarından lüzum gördükçe alırlar, evlerine kendileri taşırlar, mahalle bakkalına -bazı eksiklerle unutulanlar müstesna- nadiren başvururlardı. Mahalle bakkalları hesabını, kitabını bilmeyen yahut kıt kanaat yaşayan insanların uğrağı idi. Öyle olunca da tabiatıyla gelişemezler, üreyemezlerdi.

Bizim eve erzak üç ayda bir gelirdi. Babam ve annem kiler ve anbar boşalmaya başlayınca defteri alır, kalem kalem ihtiyaçları yazarlardı. Defteri uşak alır, Asmaaltı’ndaki Yağcı İbrahim Bey adındaki bir zata götürürdü. Ertesi gün arabalar sökün ederdi. Defter, babamın yazdığı ihtiyaçların karşısına tutarı not edilmiş olarak geri gelirdi.

Bizim evden ancak limon nevinden uzun müddet dayanmayan öteberi için pek nadir olarak mahalle bakkalına gidilirdi. Mahalle bakkallığı büyük ve ince kilerleri dolduracak mal ve para kalmayınca, yani Birinci Cihan Harbi sırasında gelişmeye başlamıştır. Sahipleri artık Bodos veya Yorgi değildir. Sabık Mümeyyiz Ahmet Efendi yahut mütekait Binbaşı Ali Beydir!”[2]

Önlüğüyle, küreğiyle, terazisiyle, sepetiyle, defteriyle hak kapılarının önünde rızıklarını beklerken, bir de bakarsın ki modaya, yeniliğe ayak uydurup kırk yıllık unvanlarını Bakkal/ Büfe’ye çevirirler. Derken üç beş yıl sonra tabelalarına Gıda Pazarı yazısını da eklerler. Bazen yanına, Bayilik de katarlar. İnanılmaz bir hızla süregiden değişim rüzgârının yeline kapılıp onca yıllık işyerinin üstüne Market yazısını da yazmayı ihmal etmezler. Kimisi süpermarkette karar kılar, kimisi hipermarkette. Zati bir kısmı Seyyar Market’i benimseyip bir minibüs ayarlayarak kırsalda iş yapmaya başlamıştır bile.

Ezelden beri kırsalın renkli yüzü olan çerçileri ise bu yazının neresine yerleştirmek gerekir işte ona karar veremedim. Çünkü onlar da at üstünde eşek üstünde, itmeli arabayla ya da yayan, içine dünyayı sığdırdıkları sepetleriyle satıcılık ve bir çeşit bakkallık yaparlar. Yaşı kemâle eren hanımlarca halen çerçi boncukları, işleme iplikleri, şekerlemeler güzel anılarla birlikte anılmaktadır.

Elbette edebiyatımız da bu mesleğe bigâne kalmamıştır. Gerek büyüklere hitap eden, gerekse küçüklere hitap eden, bakkallığı konu edinen bir çok eser vücuda gelmiştir. Bunların bir kaçı şöyle sıralanabilir:

Bakkal Amca- Muzaffer İzgü

Dedemin Bakkalı- Şermin Yaşar

Dedemin Bakkalı/Çırak- Şermin Yaşar

Aile Bakkaliyesi- Tolga Sarıaslan

Bakkal Temel- Ekrem Bektaş

Bakkal Hesabı- Ekrem Bektaş

Şaka Dükkânı/ Bakkal Temel- Ekrem Bektaş

Bakkal Amca/Kukuli- Erce Özcan

Bakkal Şempanze- Yusuf Asal

Bakkal Kaplan- Mevlana İdris Zengin

Küçük Bakkalın Sırrı- Emine Sakarya

Hüseyin Bakkal- Nermin Karahan

Bakkal Tosun- Nâlân Aktaş Sönmez

Bakkal Hasan- Asiye Duman

Balkonlu Bakkal- Ahmet Sami

Laz Bakkal ile Tombalak- Yılmaz Erdoğan

Tatavla’da Bakkal Dükkânı- Burhan Yentürk

Sinekli Bakkal- Halide Edip Adıvar

Şimdilerde artık eski rağbeti kalmasa da bir zamanlar, her daim açık olan bakkallar eliyle mektuplar, tebrik kartları alıcısına ulaşmıştır. Sonraki dönemlerde de telefon için bu dükkânlara koşturulduğu gibi.

Öyle ki hayatımızın tam orta yerinde olan bu işyerlerinin anısına, Bizim Bakkal adıyla İstanbul Küçükçekmece’de bir de müze kurulmuştur.

Bakkal dükkânı işletmenin bir adabı vardır. Yapılan alışverişin meblağı hemen ödenemeyecekse, bakkal defterine kayıt edilir. Küçük boy bir defter de malı alan kişide olur. Bakkal kendi defterine ismiyle birlikte not ederken, müşterinin küçük defterine de kaç kalem mal alındıysa onu, fiyatıyla birlikte yazar, sahibine teslim eder. Ay sonu gelince evin reisi o küçük defteri getirir, bakkalın defteriyle karşılaştırır, biriken borcu öder. Bakkal defteri/zimem defteri, veresiye defteri, borç defteri, alışveriş defteri gibi adlarla bilinen bu defterlerin kaybolmamasına dikkât edilir.

Evi üst katlarda olan yaşlılara hizmet ise yukarıdan sarkıtılan sepetler vasıtasıyla olur. Bakkal defteri de sepetle inip çıkar, böylelikle yürümekte zorlanan ihtiyarlara kolaylık sağlanır.

Zimem defteri adıyla bilinen veresiye defterinin geçmişteki anlamı ise biraz daha farklıdır. Hassaten Ramazan aylarında tebdili kıyafet giyerek farklı semtteki bakkal veya manavlara giren hayırsever kişiler, dükkân sahibinden alışveriş defterini isterler. Sıra sıra yazılmış sayfaların başından, sonundan ve ortasından rastgele bir kaçını koparır, yoksul kişilerin adına ödemesini yaparlar. Dükkân sahibinin, “hayrınız kabul olsun efendim” temennileriyle geri çıkarlar. Borcu ödenen de ödeyen de birbirlerinin kim olduğunu bilmezler. Ki bu güzel gelenek asırlarca sürmüştür. Günümüzde de askıda ekmek/meyve/kitap vs ile benzeri biçimde uygulamalara rastlanmaktadır.

II. BÖLÜM

Biz bu yazımızda Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal romanındaki İstanbul Bakkaliyesi’ni ve bu bakkal etrafındaki sosyal ilişkileri ele alacağız. Yayınlandığı ilk andan itibaren defalarca baskı yapıp, sinemaya da aktarılan, döneminin hayat tarzını okuyucuya başarıyla veren eser, günümüzde de canlılığını korumaya devam etmektedir.

II. Abdülhamit devrinde geçen romanın girişi şu satırlarla başlamaktadır:

Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır: Sinekli Bakkal. Evler hep ahşap ve iki katlı. Her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz tenekeleri. Saksılarda al, beyaz, mor sardunya, küpe çiçeği, karanfil. Gaz sandıklarında öbek öbek yeşil fesleğen. Ta köşede bir mor salkım çardağı, altında civarın en işlek çeşmesi. Bütün bunların ardında beyaz, uzun, ince minare. Sokakta ayağı takunyalı, başı yazma örtülü, eli bakraçlı kadınlar çeşmeye gider gelirler. Saçları iki örgülü kız çocukları kapı önlerinde sakız çiğner, yalınayak, başıkabak oğlanlar kırık taşlar arasındaki su birikintilerinde kâğıt gemiler yüzdürürler.”

Burası dünyanın herhangi bir yerindeki fukara mahallesinden çok farklı değildir. Hayatın orada geçmeyecek bir safhası yok gibidir. Eğer bir yabancı durur, su dolduran kadınlarla ahbaplık ederse, bir kınalı parmak ona mutlak iki yer gösterir. Biri Mustafa Efendi’nin “İstanbul Bakkaliyesi”, öteki, arka pencereleri çeşmenin üstüne açılan İmam’ın evi. Birincisi sokağın ortasındaki evlerden birinin altına kara bir kovuk gibi gömülen dükkân, öteki sokağın biricik üç katlı binası.”

Mustafa Efendi herhangi meddahın tarif ettiği hasis, tiryaki bir mahalle bakkalıdır. İmam ise karısını genç yaşta kaybetmiştir. Bir daha dünya evine girmemiştir ve Emine adlı bir kızı vardır. Emine, on yedi yaşındayken, ta mektep sıralarından tanıdığı “Kız Tevfik” lakaplı zennelik yapan, dul annesiyle birlikte, dayısı bakkal Mustafa Efendi’nin yanında kalan haylaz bir delikanlıya sevdalanmıştır.”

“Annesi ve dayısının peş peşe vefatıyla, Emine Tevfik’in dayısından kalan bakkalı çalıştıracağını ummuş, bir gün ona kaçmıştır, lâkin işler hiç de tahmin ettiği gibi yürümemiştir. Meddahlık, zennelik, karagöz oynatma gibi tuluat sanatının peşine düşen Kız Tevfik, ne yazık ki bakkal dükkânına ilgi duymamış, sahip çıkamamıştır.[3]

Bu durum karısını rahatsız etmektedir. Erkek açısından bakıldığında, köşe başlarında yolu beklenilen İmam’ın kızı başka, bakkal Tevfik’in karısı Emine başkadır. Tevfik bunu çabuk anlamıştır. Bakkallık gibi, oyunculuk yanında bir angaryadan başka bir şey olmayan sanata, bu kadın için mi girmiştir? Emine titiz, ters ama gene de Tevfik’e hâkimdir. Kalbi kuru, kafası dar, dili zehirdir; fakat Tevfik henüz ona doymamıştır. Evlilik hayatının bilançosunu yaparken Tevfik bu noktada durur. Bakkallık pek de o kadar fena değildir. Bilhassa kendi dilediği biçimde bakkallık yaptığı için komik tarafları da var.”

“Emine de çok geçmeden babasını ve baba evini, şimdiki haliyle kıyaslamaya başlamıştır. Tevfik, tertipli değildir. Yattığı kalktığı zaman belli değildir. Çarşafları küle bulayarak sigara içişi Emine’yi zıvanadan çıkarıyordur. Bari işine becerikli olsa diye düşünür. Dükkân karmakarışık, mallar bayattır. Kibar müşteriler birer birer çekilirken, ayaktakımı her gün artmaktadır.”

“Kocası mütemadiyen bunlara veresiye veriyor, müşteriler aybaşında borç ödeyeceklerine, Tevfik’e dert yanıyorlardır. Bu da yetmiyor, münasebetini kesmeye yemin ettiği oyun arkadaşları boyuna gelip, ödünç para istiyorlardır.”

“Esasen beş dakika boş kalsa Tevfik sokağa fırlıyor, kaydırak, çelik çomak oynayan çocukların arasına karışıyordur. Onlara çok zaman kedi, köpek, horoz, tavuk taklidi yapıyor, dükkânın önüne bir alay adam toplanıyor, bir cümbüştür gidiyordur. Hülasa bakkal dükkânını, hatta sokağı Tevfik panayır yerine çevirmiştir.”

Emine nihayet bir gün son sözünü söyler; Tevfik ıslah olmazsa kendisi tezgâh başına geçecek, bakkallık edecek, onu da yanında çırak gibi kullanacaktır. Ve bir gün arkasında yeldirme, başında başörtü gelip, tezgâh başına geçer. Çok geçmeden dükkân Mustafa Efendi’nin günlerinden bile daha fazla işlemeye başlar. Artık dükkânın içi dışı temiz, mallar yerindedir.

“Emine dümeni ele aldığından beri her müşteriye ayrı dil dökülüyor, müşteriye göre mal çıkarılıyordur. Paralı müşteriler yeniden gelir olunca, veresiye belasının da önü alınmıştır. Kimse sırf çene yarıştırmak için dükkâna gelemez olmuştur. Tevfik’in fukara müşterileri duvarlara sürüne sürüne kabahatli gibi girip çıkmaya başlamışlar, Emine’nin tavrından çekinir olmuşlardır.

Kendi dükkânında çıraklık edip, Emine’nin emirlerini yapmaya başlayan Tevfik, bir süre sonra sıkılmaya, kendini garip hissetmeye ve sık sık ortadan kaybolmaya başlamıştır. [4]

Bir gece Emine dükkândan gelen sesler üzerine aşağıya iner, orada kocasının serseri arkadaşlarının sabun ve şeker sandıklarının üstüne oturup, gülüşerek sigara içtiklerini fark eder. Tevfik, başına örttüğü yemek peşkiri ile karısının sesini taklit ediyor, hayali müşteriyle çığlık çığlığa fasulye pazarlığı yapıyordur.

Kapı aralığından olanları izleyen Emine oldukça sinirlenir. Dükkân sahnesinden sonra da kocası, hayali bir cımbızla karısının bıyıklarını alma taklidini yapmaya başlar; ki işte buna arkadaşları kahkahalarla gülerler. Bu mahrem hale dayanamayan Emine dükkâna dalar ve kocası da dâhil hepsini kovalar. Sonra da gece yarısı, -Tevfik’e kaçtığı için kendisini reddetmiş olan- babasının evine gider.

Takip eden günlerde İstanbul Bakkaliyesi’ni doğru dürüst çalıştırmayan, Ebe Zehra Hanım vasıtasıyla Emine ile barışma hesapları yapan Tevfik durumu toparlama gayretindedir. Emine’ye feryatnâmeler/inleme mektupları gönderir, karısının kafesinin altından aşkını ilân eder, bazı akşamları içip çeşme başındaki kadınlara dert yanmaya başlar. Mahalle halkı da bu durumdan rahatsızlık hissederler.

Bir gün karakola çağrılıp komiserin dayağını yiyince işler çözülür gibi olur. İmam’ın evine, çeşme başındaki kadınların yanına uğramayacağına dair söz veren Tevfik, dükkânı tamamen kapatır ve Sinekli Bakkal’dan kaybolur.”

Çok geçmeden de namı yeniden duyulmaya başlar.

“Bakkal çırağı” adlı bir oyun yazmış olan Tevfik, karısıyla kendi arasında geçen dönemi gülünç bir hale koyarak mesire yerlerinde halka izletiyor, kibar konaklarından, hatta saraydan bile davet alıyor, İstanbul halkını gülmekten kırıp geçiriyordur.

Emine sokağa çıktığında, oyundaki kadının kendisi olduğunu anlayarak gülüşen kimselerin tavırlarına dayanamayıp, karnındaki bebeğiyle mahkemeye başvurur ve boşanır. Lâkin eski karısının mahrem hallerini gülünç taraflarıyla halka arz eden Tevfik’in bu durumu, aile hayatına ve şeriata ters düşüyor diye, çeşitli kişiler tarafından saraya şikâyet edilir. Padişah da ortalık duruluncaya kadar Tevfik’i Gelibolu’ya sürgüne gönderir.[5]

Emine’nin bir kız evladı olur, ismini Rabia koyarlar. İmam dedesi ve annesi tarafından dindar ve hafız olarak yetiştirilen Rabia, on bir yaşında aşır, ilahi ve Ramazan mukabelesi okumaya başlar. Küçük hafızın sesi ve ahengi çok geçmeden ünlenmeye başlar, civara yayılır. Sinekli Bakkal muhitine yakın olan, Zaptiye Nazırı Selim Paşa’nın zevcesi Sabiha hanım da bir gün küçük kızın okumasını dinler ve hayran olur. Çok geçmeden de onu konaklarına davet eder.

Konağın çalışanı çok, ziyaretçisi, misafiri boldur. Farklı bir âleme girmiş olan Rabia halinden memnundur. Daha sonra Selim Paşa ve karısının teşvikiyle, bu konakta ses eğitimi alması kararlaştırılır. Dede ve annesi Emine fazla razı olmasa da haftanın belirli günlerinde konak görevlilerince evinden alınıp evine teslim edilmek suretiyle ders alması kararlaştırılır. Böylelikle Rabia için yeni bir dünyanın kapıları aralanmış olur.

Bir akşam konak dönüşü, konak görevlileriyle birlikte yürürken, Sinekli Bakkal Sokağı’ndaki İstanbul Bakkaliye’sinin üstünde, Rabia babasının evinin pencerelerinde ışık görür ve içinde bir merak uyanır. Ertesi gün alışveriş için sokağa çıktığında tabelası yenilenen bakkalın önüne gidip dikilir. İçerden çıkıp kendisiyle tanışan adamın babası olduğunu öğrenen kız çok mutlu olur. Babası ve eski arkadaşı Cüce Rakım Efendi de bu tanışmadan ziyadesiyle memnundur. Gelibolu’da geçen günleri anlatan Tevfik’in macerasını başından sonuna kadar dinleyen Rabia, ona çabucak ısınır.

Bu muhteşem ân’ı Adıvar şu satırlarla tasvir eder: “Söyleyecek bir şey kalmayınca Rabia fırladı, dükkânı teftişe koyuldu. Burnunu her çuvala her kutuya sokuyor, kokluyordu. Tevfik’in dükkânındaki hayatı beraber yaşayacakmış gibi dinliyor, rafların düzeni için öğüt veriyordu. Eğer Rakım sebze sepetini devirip de soğanlar yere yuvarlanmasalar. Rabia bu tatlı rüyadan uyanmayacaktı. Eyvah öğle yaklaşmıştı. Sepeti kaptı, dükkândan fırladı. Tevfik dükkânın kapısında durdu, el salladı.”

Artık Rabia konaktaki müzik derslerini aksatmış, yeniden açılacak olan bakkal ve babasının yaşayacağı ev için kolları sıvamıştır. Bir yandan badana, bir yandan temizlikle meşgul olunuyordur; bir yandan da Tevfik ramazanda oynatmak için Karagöz takımını oluşturma gayretindedir.

“Bu meşhur haftanın her gününde Rabia gitti, dükkânın üstündeki evi temizledi, mutfağa çekidüzen verdi. Babası, cüce ve o birbirlerine senelerdir berabermiş gibi alışmışlardı. Arada Emine’nin haber alacağı düşüncesi keyiflerini kaçırıyordu. Rabia’nın bu sergüzeşti keşfedilmeden bir gün evvel üçler, en şen saatlerini yaşadılar. Artık ev hazırdı. Dükkân badana olmuş, temizlenmiş, mallar yerli yerine dizilmiş, raflar süslenmiş, tavana renkli kâğıtlardan kesilmiş, askılar asılmıştı. Tevfik’in Karagöz takımı da hazırdı.”

Sonraki günlerde annesi tarafından eski kocasının geri döndüğü, bakkal dükkânını yeniden açtığı işitilir. Rabia ise annesi ve dedesi tarafından babasıyla katiyen görüşmemesi ikazını alır. İki arada bir derede kalan Rabia, o çok merak ettiği babasını yakından tanımak isteğindedir. Oldukça gergin geçen günlerden sonra Rabia’nın babasının yanında kalması kararlaştırılır ve o günden sonra konaktaki derslerine devam etmeye başlar.

“Üçlerin dükkân hayatı bir bayrama benziyordu. Onlara göre kırık kaldırımlı, pis kokulu, karanlık Sinekli Bakkal, yalnız neşe ile gümbür gümbür atan canlı bir kâinatın merkezi olmuş, “İstanbul Bakkaliyesi” gene o semtin en işlek alışveriş yeri olmuş, müşteri ve ziyaretçi sayısı Emine’nin zamanındakini aşmıştı.”

“Bir gün Tevfik dükkânda yalnız otururken bir Mevlevi dedesi girip kendisini tanıttı. Rabia’ya akşamları gelip ders vermek istediğini söyledi. Bahçede birlikte kahve içerlerken dede evin sahibini tetkik ediyor, onu kendine pek yakın buluyordu. Vehbi Dede dükkândan ayrılırken, Tevfik’e tarikatın müstakbel canı gibi bakıyordu.” (Can: Tarikat kardeşi)

Akabinde de aslen İtalyan bir papaz olan Peregrini adlı piyano hocası dükkâna ziyarete gelir. Ramazanda camilerde mukabele okuyan Rabia’yı, gittiği camide dinlemek istediğini söyleyip, Cüce Rakım’dan buna dair söz alır. Bir hafta sonra Ayasofya’da onu canlı olarak dinleyecek, hayran olacaktır.

“Peregrini’nin içini kapalı, gizli bir kıta keşfetmişlerin sevinci bürümüştü. Ona öyle geldi ki bu dükkânın ve sokağın haricindeki her şey sunidir, yabancıdır. Bu dar sokak sakinleri için dünyada bir tek maddi kıymet yoktur. Onlar yalnız kalbe ve manevi servetlere, güzelliklere kıymet verirler.”

O günlerde Selim Paşa’nın bahçıvanbaşısının yeğeni Bilâl eğitim için İstanbul’a gelir. Hem dayısına yardım edecek, hem de okuyacaktır. Tanımak gayesiyle etrafta dolaşırken İstanbul Bakkaliyesi’ni keşfeder.

“Bir sabah gözleri dükkânın önüne yayılan mallara ilişti. İçeriye dalıp keçiboynuzu almak istedi. Fakat birdenbire kapıya çıkan elinde kocaman sineklik ile yemişlerden sinek kovan bakkal kızdan ürktü, geri çekildi. Bakkal kızın yeşil mevceli altın gözleri Bilâl’e bakmadı bile. Mektebe giden bir kız çocuğu kafilesine kâğıt kalem sakız vesaire satıyordu. Hem konuşuyor, hem zayıf elleriyle süratle paket yapıyordu. Yerinde kakılıp kalmış gibi duran, gözlerinin içine bakan bu yabancıdan bakkal kız hoşlanmamıştı.”

Sonraki günlerde konağın fidanlığında rastlaşıp ahbap olan iki genç çocuktan kız olanı, kendisine gül uzatana hitaben, “bizim sokağa gelirsen, dükkâna uğra da sana şeker vereyim” der. Zaman zaman da ahbaplık ederler.

Rabia ve Cüce Rakım’ın işlettiği bakkaliyeden kalan vakitlerinde, çeşitli kıraathanelerde Tevfik perde açıp oyunlar oynamaya başlar. Üstü kapalı da olsa dönemin yöneticilerini, sarayı, çeşitli paşaları ele alır. Kendisine bu oyunların piyes haline getirilmesi teklifi gelse de buna razı değildir.

“Eğer Tevfik meramını anlatabilseydi, sanatın yazıda değil, her an değişen hayatta olduğunu söyleyecekti. Ve eğer para denen şeyin kıymetini bilseydi, bu fırsatta adeta zengin olabilirdi. Fakat kazancı bir elinden giriyor, bir elinden çıkıyordu.”

“Artık dükkânla uğraşacak hiç vakti yok. Akşamları kıraathanedeki temsilde, öğlene kadar yatakta, öğleden sonra da hikâyelerini meşk etmekle vakit geçiriyordu.”

Bir gün Selim Paşa, karısı Sabiha hanımın odasında Rabia’ya farklı bir mesele hakkında öğüt vermek ister.

“-Sen artık dükkândan çekilsen,

-Olamaz. Tevfik’in hiç alışverişle alakası yok. Rakım mal almaya, müşteriye mal götürmeye mecbur olduğu zaman dükkâna kim bakacak?

-Tevfik hepinizi geçindirecek kadar kazanıyor.

-Doğru fakat bir elinden giriyor, bir elinden çıkıyor. Hem benim çekilmemi neden istiyorsunuz Paşa Efendi?

Selim Paşa için için güldü. Ne söylesin? Büyüdüğünü, güzelleştiğini, mahalle delikanlıları için bir tehlike olduğunu nasıl söylesin? Paşa sakalını sıvazlayıp, tereddütle konuştu:

-Dükkâna bazen ipsiz sapsızlar da gelir. Bu civarda sen yaşta, sen yüzde bir kadının bakkallık etmesi doğru değil. Senin başına adamakıllı bir erkek lâzım. Dükkâna it çakal dalınca baban nerede?”

(Mahalle halkının, çevresinin Tevfik diye hitap etmesi Rabia’ya da sirayet etmiştir; babasına Tevfik diye hitap etmektedir.)

Aslında Paşa’nın bu ikazı boşuna değildir. Büyüyüp alımlaşmaya başlamıştır. Bunların içinde konak çalışanlarından bahçıvanın yeğeni Bilâl bile vardır.

İlk görüşmeleri çekişmeli olsa da sonradan dost olan Bilâl ile müzik eğitimini konakta sürdüren Rabia, zaman zaman bahçede birbirleriyle konuşup, gelecek planları yaparlar. Konağın kimi çalışanları bunu başbahçıvan Bayram Ağa’ya yetiştirirler. Bahçıvanın Paşa’dan kızı isteyip yeğeniyle evlendireceğini hesap ederler.

“Halbuki iş öyle olmadı. Bayram Ağa yumruklarını yere vurdu, akabinde ağzı köpürdü. Bilâl bir orta oyuncusunun kızına, bakkallık eden bir kıza mı kalmıştı?”

Dayısı olan bahçıvanın her ikisiyle ve Selim Paşa ile konuşması neticesinde arkadaşlıkları sonlanır. İstanbul Bakkaliyesi’ne gelip Rabia ile görüşmek isteyen Bilâl’e, kızın yüz vermemesi de onu intikam maksadıyla, Paşa’nın yaşlı ve çirkin kızıyla evlenme kararı alması ile neticelenir.”

“Tevfik hasta olmuş, tifoya tutulmuştu. Her şeyi gibi hastalığı da mahallenin baş hadisesi oldu. Aslan gibi Tevfik, İstanbul’un biricik Karagözcüsü ve meddahı, meşhur bir hastalıktan yatıyordu. Kadınlar her vakitten ziyade bakkal dükkânını yabancılara biraz gururla gösteriyorlardı. Hem mahallenin komşuluk dayanışmasını gösterecek, hem de şöhretini artıracak bir vaka idi.”[6]

Nihayet hastalık devrini yaptı geçti. Tevfik nekahet döneminde Rabia’yı gözünün önünden ayırmak istemedi; Rabia da ayrılmadı. Vehbi Dede, Peregrini, konağın kalfaları sık sık gelip ziyaret edip hatır sordular. Konaktan sepetlerle yemişler de geldi.

Bir akşamüstü Cüce Rakım, Peregrini’ye Rabia’nın annesinin öldüğünü, kıza nasıl haber verilmesi gerektiğini sordu. Tereddütlü bir hazırlıktan sonra, Peregrini, “annen ölmüş kızım” şeklinde kısa bir cümleyle haber verdi. Kız ağlamadı, sadece, “Tevfik de ölür mü?” diye endişeli bir soru sordu.

İyileşmeye yüz tuttuğu şu günlerde Dahiliye Nazırı Zati Bey’in bir adamı gelip, Tevfik’i Zati Bey’in konağına davet etti. Selim Paşa’nın yıldızının sönmeye, Zati Bey’in yıldızının parlamaya başladığı günlerde, ellerine ulaşan bir şikâyette, Tevfik’in Zati Bey’in taklidini yaptığı yolunda duyumlar alındığını anlattı. Sonra da “sana senin iyiliğin için söylüyorum, Karagöz oynatmak yok, meddahlık etmek de yok, bir daha şikâyet gelirse sen bilirsin” biçiminde gözdağı verdi.

Lâkin sonraki günlerde, meddahlık etmese de Selim Paşa’nın Jöntürk oğlu Hilmi Bey’in teşvikiyle, bir postaneden kadın kılığına girip evrak alırken dikkâtleri çekince yakayı ele verdi. Zorlamalara, dayak faslına rağmen konuşmayan Tevfik’in getirdiği evraklarda, padişahın hâl edilmesi ile ilgili mevzuların yer aldığı iddia ediliyordu. Selim Paşa da polis de zanlıyı konuşturamadılar.

“Rabia dört gün babasından haber alamadı. Cüce Rakım Tevfik’in bütün arkadaşlarını dolandı, kadın kıyafetiyle Tevfik’i görüp görmediklerini sordu. Hepsi de cücenin yüzüne garip garip baktılar. Fakat cüceye en acı gelen şey dükkânın kapısında onu bekleyen bal rengi gözlerin iki alev gibi yanan ümit ışığını söndürmek oldu”[7]

Akabinde de Tevfik yaptığı suçtan ötürü Şam’a sürüldü. Günlerdir babasını göremeyen Rabia, deniz yoluyla gidecek olan babasını nihayet geminin güvertesinde buldu. Babasının göğsüne mendilden toparlak bir çıkın yerleştirdi. Dükkânın son bir aylık kazancı idi. Yiyecek ve giyecek dolu sepetleri babası için acele bir yer yaptığı kısma yerleştirdi. “Şam’a gidince bize yaz” diye tembih etti. Vehbi Dede, Rakım ve Rabia gemiye el sallarken, Rakım, “Tevfik benden Karagöz takımını istedi” dedi. İstanbul’da yasaklanmış olsa da Tevfik artık sürgün olduğu Şam’da sanatını icra edecekti.

Sinekli Bakkal Sokağı’nın kadınları perişan hale gelen Rabia’yı avutmaya çalışıyorlar, babası için sağlık dilemeye geliyorlardı. Babasına son derece düşkün olan kıza bu avutmalar bazen çok lüzumsuz geliyordu. Bu sırada Peregrini de dükkâna gelmişti. Rakım ile aralarında bir takım konuşmalar geçti:

“-Bundan böyle idare lazım. Mirasyedilik olmaz. Tevfik’i Şam’da biz besleyeceğiz.

-Rabia hanım para sıkıntısı çekecek mi?

-Dükkân işliyor, belki çekmez. Bizim Tevfik’in veresiye illeti alacaklılardan para istemeye yüzünün tutmaması işimizi bozuyordu. Artık bakkalbaşı ben oldum.

Peregrini’nin keskin gözleri dükkânın loş köşelerini tetkik etti:

-Bu dükkân hepinizi besler mi?

-Besler… Hele sık iş bulursa haydi haydi besler.”[8]

Babası gittikten sonra Rabia bir de hastalığa tutulmuştur. Sık sık boğazı ağrıyor, bademcikleri şişiyordur. Bir yandan Peregrini, diğer yandan da Vehbi Dede, Rabia’yı içinde bulunduğu ortamın dışına çıkarmak istiyordur. Babasının sürgününü engelleyemediği için Selim Paşa’ya küskün olan Rabia, artık konağa da gitmiyordur. Gene Peregrini’nin bir ziyaretinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:

“-Bu hafta Dede’yi gördünüz mü?

-Bu sabah uğradı. Bir iki güne kadar Tevfik’ten bir mektup gelir, diyor. Ahbaplarından bir derviş geliyormuş, elden mektup alırsak, doğru havadis alırız.

Büyük bir yetenek olan Rabia’nın babasının bu durumundan dolayı farklılaşan hislerini fark eden Peregrini, içinden “mutlak Rabia’nın zihnini Tevfik’ten ayırmalı!” diye geçiriyor.

-Musiki derslerinize devam edecek misiniz?

-Zaten muntazaman ders almıyorum. Fakat şimdi biraz daha çalışmalı. Vehbi Dede musiki dersi vermemi teklif etti. Dükkânda artık çalışmamı pek muvafık görmüyor.”

“Peregrini Sinekli Bakkal’ın köşesini rüzgâr gibi döndü, İstanbul Bakkaliyesi’nin içine daldı. Akşam yaklaşıyor, İstanbul’un lodos günlerinden biri. Sokağın üstündeki ışık yolu erguvani. Ta köşelere sokulan bu kızıl aydınlıkla karışıyor, dükkânın köşelerinde toplanan karanlığa nüfuz ediyor. Eşyalar turuncu bir karaltı içinde.

Peregrini Rabia’ya bulduğu kârlı bir işi haber vermeye gelmiş. Rabia’nın arkasında gene siyah, bol yeldirmesi, başında yazma başörtüsü sağa sola seğirtiyor, müşterilere hizmet ediyor.

-Gene bakkallığa mı başladınız? Amca (Cüce Rakım), teyze (Çingene Pembe. Tevfik’in ta Gelibolu’dan tanıdığı birisi. Tevfik Şam’a gideli burada kalıp Rabia’ya destek oluyor) nerede?

-Yoklar. Amca mal almaya gittiydi. Teyze de Selim Paşa’nın konağına gitti. Siz hele şu kepenklerin ucunu tutunuz da dükkânı kapayalım. Göz gözü görmüyor. Sonra kendimizi mutfağa atar, kahve içeriz.

Peregrini’nin bulduğu saraylı bir ailenin oğluna vereceği ders, Vehbi Dede’nin, artık Mevlit okumasının zamanının geldiğini söylemesi, Tevfik’ten gelen güzel haberler, Rabia’nın yüzüne canlılık katmıştır. Artık somurtmuyordur. Talih yeniden İstanbul Bakkaliyesi’ndekilere gülüyordur.[9]

Ders vermek için gittiği kibar ailede, bir akşam yemeğinde Vehbi Dede ile Peregrini de vardır. Evin sahibi Nejad Efendi Rabia ile çok ilgilenir. Kendi küçüklüğünde hiç oyun oynamadığını, sürekli büyükleri tarafından yönetildiğini anlatır. Hatta şöyle ilave eder:

-Çamlıca’da bizim köşke yakın bir bakkal dükkânı vardı. Ben çok küçüktüm. Araba ile geçerken çırak çocuk, mavi önlüğü ile fırlar, arabanın arkasından koşardı. Bilseniz ne kadar o çocukla oynamak isterdim. Geceleri rüyama girerdi.

Rabia içinden ilk defa Efendi’yi de dilekleri, mahrumiyetleri olan kendisi gibi bir insan olarak gördü.”[10]

Tam da o günlerde Peregrini’nin annesinin vefat ettiği telgrafı gelir. Apar topar memleketine giden sanatkâr, orada uzunca kalıp işlerini halletmek mecburiyetindedir. Tam bir sene sonra, bir sabah vakti Sinekli Bakkal’a çıkagelir.

Rakım o kadar sevinmişti ki dükkânda çocuk gibi sıçrıyordu. Peregrini gideli ağızlarının tadı kaçmıştır. Rabia somurtkan ve titiz olmuştur. Yukarıdaki odada Pembe çamaşır yıkıyor, Rabia da talebesinin birisi için nota kâğıdına bir vazife hazırlıyordur. Oda kapısını tıklatarak Peregrini içeri girer. Taziye ve hal hatır faslından sonra, artık çok yalnız kaldığını söyleyen adam, Rabia’ya evlilik teklif eder. Kız da Müslüman olması ve bu evde yaşaması şartıyla bu teklifi kabul eder.

O gün Rakım da çok mutludur. Aşağıdan yukarıya sokağı izler, insanların çıkardığı sesleri dinler. Ah bu Sinekli Bakkal, Rakım’ın biricik dünyası! İstanbul Bakkaliyesi, dünyanın merkezi!”

Padişahın cülusunda Tevfik’in affedilmesini sağlayacağını söyleyen Selim Paşa, Rabia’nın düğün yemeğini konakta yapmaya niyetlenmiştir, eşi Sabiha hanım ve diğer hanımlar da evi gelin evi haline getirmeye soyunmuşlardır.

Hazırlıklar uzadıkça, Müslüman olunca Osman adını alan Peregrini de düşünüyor, söyleniyordu. Çünkü Rabia’yı çok özlemiştir. Fakat Vehbi Dede’ye nikâh olduğu ana kadar görmeyeceğine söz vermiştir. Lâkin kendini düğünden sonraki günlerin hayalini kurmaktan da alamıyordur:

Her gün mor salkım çardağının altında hava alan kadınlarla konuşacağım. Sabahları Rabia’yla birlikte uyanacağız. Günlerimizi el ele geçireceğiz. Belki de çocuklarımız olacak. Biri büyükbabası gibi komik olsun. Adını Tevfik koruz. Öteki benim gibi, yok yok anası gibi sanatkâr olsun. Belki de bir mahalle bakkalı olur. Olsun.”[11]

Yapılması icap eden işlerin nihayetinde düğünleri yapılır. Babasının olmaması içini burksa da Rabia mutludur.

Düğünden sonraki çok sıcak günlerde Osman’dan gelen bir teklif ile deniz kıyısındaki bir köşke giderler. Rabia burada hem müzik aletleriyle iç içedir, hem de okuyacağı dünya kadar kitap vardır. İlk günler güzel geçse de Rabia sonraları sıkılır; cülus günlerinde babasının affedileceği ümidiyle, sabırla yazın bitmesini bekler.

Lâkin Rabia, gelen yeni haber ile sarsılmıştır. Çünkü babası, Zaptiye Nazırı Selim Paşa’nın Jöntürk olan oğlu Hilmi’yi bir Fransız vapuruyla, kadın kılığına girerek kaçmasına sebep olmuştur. Affedileceği beklenen ikiliden Hilmi Avrupa’ya kaçmışsa da Tevfik, Taif Kalesi’ne kalebent olarak gidecektir.

Soluğu Selim Paşa’nın konağında alan Rabia’yı yeni bir sürpriz bekliyordur. Çünkü Paşa istifa etmiştir. İstifasının padişahça kabulünden sonra Şam’a gidip gelini Dürnev’i alıp gelecektir. Oğlunun yüzünden Taif’e gidecek olan Tevfik’e çok üzülen, Rabia’nın da yüzüne bakamayan Paşa hayli müteessirdir. Gene de onu “Padişah altmışını geçti, Tevfik ancak kırkını geçiyor. İstikbalde onun daha çok hissesi var. Herhangi dakika ahval değişebilir, sen babana kavuşabilirsin Rabia” sözleriyle teselliye kalkışır.[12]

Sonraki günlerde Rakım dükkândaki alışveriş işlerini düzene koyar. Osman da hasta durumdaki, kızı Emine’nin vefatından sonra yalnız kalmış olan İmam’ı kollayıp gözetir. Birkaç gün içinde de onun vefat haberi gelir. Rabia bundan neredeyse haz duyar; Tevfik’in yerine dedesi ölmüş, babası sırasını savmış gibisine gelir.

Şam’a hareket için padişahın cülus gününü bekleyen Selim Paşa bir akşamüstü Sinekli Bakkal Sokağı’ndaki kahvehaneye gelir, halkı ile muhabbet eder. Sonra da Rabia’ların evine, İstanbul Bakkaliyesi’ne doğru yönelir.

“Dükkândan ve mutfaktan, oranın kırk yıllık aşinasıymış gibi geçti. Mutfak kapısının dışında yaseminleri sulayan Osman ve Rabia onun gelişini pek tabii buldular. Yemeğe kalmasını rica ettiler.”[13]

İstifasından sonra Rabia’ya karşı mahcup durumda olan Paşa, genç çift ile daha içli dışlı olur, daha samimi yaklaşır. Eski hayatına düzen verme niyetindedir. Kendi konağında bir takım küçültmeler yapar, fazla gördüğü eşyaları sattırır, selamlığı kapatır. Oğlu Hilmi’nin piyanosu da satılıklar içindedir. Osman çeşitli musikiler çaldığı piyanoyu çok beğenir, satın almak ister. Boşaltılan selamlığı kiralayacak, piyanoyu oraya koyacak, selamlığı kendine göre döşeyecektir. Bu fikre Rabia şiddetle karşı çıkar.

Rabia burnunu cama yapıştırdı. Osman’ın teklifini düşündü. Selim Paşa’nın hakkı vardı. Avrupalı demek maddi şeylere bağlı olmak demekti. Paşa’nın selamlığını kiralamanın nasıl saygısızlık olacağını düşünemiyor muydu?

Bir defa Paşa onlardan belki de kira almayacak, bedavaya vermeye kalkacak. Paşa’nın debdebesine göz dikmiş, yeniden görme insanlar vaziyetine düşecekler. Rabia adeta, Sinekli Bakkal kadınlarının dedikodularını işitiyor gibi. ‘Rabia’ya ne oldu? Paralı kocaya varır varmaz konak, halayık sevdasına düştü. Bari bir de haremağası tutsak. Halayık onun neresine? Eli ayağı tutmuyor mu?’

Hem demek, Osman dükkânın üstündeki evi beğenmiyor.

-Söylediğime bu kadar kızacak ne var Rabia Hanım?

Osman’ın sesinde zorla zapt edilen, hiddet ve isyanın yanında bir de küçümseme vardı. Bu kız onun için şimdi mundar bir arka sokakta doğmuş, büyümüş bir imam torunu, bir bakkal kızı. Ne demiş de bu kadar fedakârlık ederek hayatını, şımarık bir mahalle kızına bağlamıştı?”

Birbirlerine sataşmaya devam eden ikilinin ağır sözleri her ikisini de sarsıp yaralar.

“Rabbim beni fukara sınıfından ayırma” diye söylenirken, Osman ilk defa Rabia’ya karşı şiddetli bir husumet hissetti. Rabia ve Sinekli Bakkal, bunlardan birdenbire nefret edivermişti. Rabia onun yüzüne, ‘asilzade, mirasyedi’ diye haykırırken öyle mutaazzım ve mağrur görünüyordu ki… Güya Sinekli Bakkal’da bakkal olmak, asalet sınıflarına mensup olanları istihfafa, hakarete layık görmeye kâfiydi!”[14]

Padişahın cülus gününde yaptıkları bu atışmayı çevrelerine belli etmemeye çalışırlar; zira o gün Tevfik’ten bir mektup gelmiştir, Vehbi Dede tarafından herkesin içinde seslice okunacaktır. Bu seferki mektup kontrolden geçmeden, elden gelmiştir. Hilmi’nin kaçışıyla ilintili olarak Taif’e gönderileceği için üzüntü duymadığını söyleyen Tevfik, “Rabia benim için merak etmesin. Taif, Halep, Şam hepsi bir. İstanbul’dan başka her yer aynı. İster saray olsun, ister zindan” demektedir.

Mektup faslından sonra konaktaki genç hanımlarla birlikte Rabia da şenlikleri izlemeye gider. Selamlıktaki tartışmanın soğukluğuyla, Rabia’nın dönüşünü beklemeden oradan ayrılan Osman, önce kahveye gider, sonra da eve döner. Şenlikten henüz dönen olmamıştır.

Kimselerin olmadığı evde yalnız uyuduğunu zanneden Osman, gece yarısı, evin hizmetçisi Pembe’den karısının hasta olduğunu, diğer odada yattığını öğrenir. Önce bunun kendisine karşı bir bahane olduğunu zanneder. Sonraki günlerde, barıştıktan sonra ise eşinin bebek beklediğini öğrenir.

Annesinin ve büyükbabasının vefatından sonra boş kalan eve yerleşmeye karar veren Rabia, çocuğunu bu evde doğurmaya niyetlenir. İşte bu yüzden kollar sıvanır.

“İmam’ın evi damından temeline kadar tamir edildi. Kiremitler değişti, duvarlar, kafes tamiri yapıldı, badanalandı, kapılar tavanlar boyandı. Mahallenin çekindiği bina birdenbire sevimli oluvermişti. İstanbul Bakkaliyesi sahipleri yapıya mutlak günde bir defa uğruyorlardı.”[15]

Hamileliğinin sıkıntılı ilerlemesi, yeni evlilerin zihinlerini karıştırsa da nihayetinde tamir edilen üç katlı eve taşınırlar. Rabia şimdi evi gezmektedir:

Ayakta, piyanonun arkasındaki pencerede Sinekli Bakkal’a açılan, çeşmenin üstündeki mor salkım çardağına bakan pencere. Elini uzatsa beyaz minareyi tutacak. Sokağa akşam karanlığı iniyor, nalın tıkırtıları yoğurtçular ve ezan!”[16]

Yeni evi gezerken, çocukluk hatıralarını Osman’a anlatan Rabia mutludur. Anlatılanlardan ilhamla müzisyen eş, bu evde Tılsımlı Kuyu ismiyle bir beste yapmaya niyetlenir.

Zaman yeni evde su gibi aktı geçti. Rakım dükkânı kapayınca geliyor, bahçeyi suluyor. Rabia, akşamüstleri Sabiha Hanımı yoklamadan gelince yukarıdan Osman’ın piyano seslerini işitir. Fakat çıkmaz, kendi odasında dikiş diker. Uzun bir sessizlikten sonra birdenbire Rabia güler. Elindeki küçük tülbent gömleği pencereye tutup muayene eder. ‘Benim doğuracağım oğlanın adı Recep, Osman’ın doğuracağı çocuğun adı Tılsımlı Kuyu’ diyor.”[17]

Endişeli geçen günlerden sonra, bebek ameliyatla alınır. Beste o günlerde neredeyse tamamlanmıştır.

Temmuz ayında 1908 İhtilal’i oldu. Kör bir gazap borası gibi esti. Öyle bir kargaşalık oldu ki kim kimdir, ne nedir ayırt edilmez oldu. Ve eski rejim sürgünleri vapur vapur gelmeye başladılar. Bu vapurların birinde Tevfik de vardı. Sırtını güneşe vermiş, ayaklarını uzatmış, güvertede keyfediyordu. Nihayet limana girdiler. Ve Tevfik İstanbul’u görür görmez bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Rıhtıma nasıl çıktı, bunu fark edemedi. Kalabalığın arasında Sinekli Bakkal’dan aşina yüzler gördü. Kafilenin arasında Vehbi Efendi ile Osman gelip koluna girdiler.

-Kalabalıktan çıkalım.

-Rabia nerede?

-Torununu süslüyor. Ana oğul Sinekli Bakkal kahramanını bekliyor.

-Torun?

Tevfik’in gözlerinden iki damla yaş damladı. Vehbi Dede dedi ki:

-Hayal takımına bir de çocuk ilave edersin Tevfik.”[18]

*

Eserde Sinekli Bakkal Sokağı’ndaki İstanbul Bakkaliyesi, Mustafa Efendi ile başlamıştır. Onun vefatıyla yeğeni Tevfik’e geçmiş, başarılı sürdüremese de karısı Emine’nin duruma el atmasıyla yeniden canlanmıştır. Gözü meddahlık, karagözcülük gibi tuluat sanatında olduğu için hayli dindar olan karısı tarafından kabul edilmeyen Tevfik ile yollar ayrılınca, dükkân bir süre kapalı kalmıştır. Çünkü Tevfik birkaç yıllığına İstanbul’dan Gelibolu’ya sürülmüştür. Dönüşte cüce arkadaşı Rakım ile yeniden açtığı İstanbul Bakkaliyesi, kızı Rabia’nın da el atmasıyla eski günlerine dönmüştür.

Bir türlü rahat duramayan “Kız Tevfik” padişah karşıtlarına yardım edip, yeniden sürgün olunca, kızı Rabia bakkal dükkânını açık tutmaya devam etmiştir. Evlenip Müslüman olan müzisyen eşiyle dedesinin evinde yaşamaya başlayınca, İstanbul Bakkaliyesi’ni Cüce Rakım tek başına idare eder olmuştur. Tam da o günlerde de 1908 İhtilâli vücuda gelmiş, sürgündekiler gemilerle İstanbul’a dönmeye başlamışlardır. İçlerinde Tevfik de vardır.

Döneminin önemli ticarethanelerinden olan bakkallar ve etrafındaki sosyal hayat, Osmanlı’nın mühim hadiselerini de içine alarak, hem padişahlığı, hem de Cumhuriyet’i yaşamış olan Halide Edip Adıvar tarafından, gayet başarılı bir şekilde okuyucuya sunulmuştur.

Romanın başkahramanlarından olan İmam, itici bir tiple okura sunulmuş, Tulumbacı Reisi Sabit Beyağabey mahallenin asayişinde etkin bir role bürünmüş, konak hayatı yaşayanların debdebesine karşılık, fakir halkın eserde ciddi bir belirginliği olmamıştır.

Romanın hitamında ise Tevfik yeniden tuluat sanatına mı devam edecektir, bakkaliyeyi mi işletecektir, belirtilmemiştir.

18-Eylül-2024

KAYNAK

  1. Sinekli Bakkal

Halide Edip Adıvar

Can Yayınları 2023, İstanbul

  1. Memleket Yazıları-15

Refik Halid Karay

İnkılap Yayınları, 2017, İstanbul

[1] Karay, Refik Halid. Memleket Yazıları. (Üç Semt İsmi), Sf: 50

[2] Karay, Refik Halid. Memleket Yazıları. Sf: 114-116

[3] Adıvar. Halide Edip. Sinekli Bakkal. Sf:13-14-15, Can Yayınları 2023, İstanbul.

[4] Adıvar. Sf: 23

[5] Adıvar. Sf: 29

[6] Adıvar, Halide Edip. Sinekli Bakkal. Sf: 174, Can Yayınları 2023, İstanbul.

[7] Adıvar, sf: 214

[8] Adıvar. Sf: 247

[9] Adıvar. Sf: 275

[10] Adıvar. Sf: 304

[11] Adıvar. Sf: 347

[12] Adıvar. Sf: 396

[13] Adıvar. Sf: 408

[14] Adıvar. Sf: 417

[15] Adıvar. Sf: 428

[16] Adıvar. Sf: 452

[17] Adıvar. Sf: 453

[18] Adıvar. Sf: 473

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Fatma Pekşen Arşivi

EDEBİYATIMIZDA RENKLER (5)

13 Mayıs 2025 Salı 09:18

EDEBİYATIMIZDA RENKLER (4)

12 Mayıs 2025 Pazartesi 10:22

EDEBİYATIMIZDA RENKLER (3)

09 Mayıs 2025 Cuma 09:38

EDEBİYATIMIZDA RENKLER

08 Mayıs 2025 Perşembe 10:01

EDEBİYATIMIZDA RENKLER

06 Mayıs 2025 Salı 15:28

Sivas El Sanatlarında Renk Cümbüşü25

20 Mart 2025 Perşembe 09:59

Sivas El Sanatlarında Renk Cümbüşü25

19 Mart 2025 Çarşamba 10:41