Fatma Pekşen
YAŞAR KEMAL İNCE MEMED’TE ÇUKUROVA’NIN RENKLERİ
Yaşar Kemal, daha çok Çukurova’yı anlatan eserleriyle tanınır, bilinir. Yörenin türküsüyle, ağıdıyla, efsanesiyle, manisiyle eserlerini bütünleştirir. Bendeniz gibi kelimelerin peşine düşerek diyar gezenler, usta yazarın püren, yornuk, çokuşmak, peryavşan, küşüm, koşar, balkımak, ipilti, yaldırlamak, yalp yalp etmek gibi diğer bölgelerde çok da bilinmeyen sözcükleriyle daha ilk sayfalardan mest olmaya başlarlar. Civarı iyi bilip, her türlü özelliğiyle metinleri harmanlayan edibin okuyucusu da haylicedir. Adı geçen coğrafyadaki sosyal durumun, adalet dengesizliğinin, olmuş veya olması ihtimal olayların vücut bulduğu eserlerde, tasvirlerin zenginliği, hassaten de renkleri kullanışı dikkatleri celbeder.
Kanaatime göre yazar, duyguları, coğrafyayı, mevsimleri, hayatın geçiş dönemlerinden biri olan ölümleri ve dahasını, üzerlerine renkleri giydirerek okuyucuya oldukça başarılı bir biçimde aktarmıştır.
Mesela, yazı hayatındaki ilk eserlerinden olan İnce Memed[1] romanının birinci cildine, Dikenlidüzü mevkiindeki Değirmenoluk Köyü’nün renkli tarifiyle girizgâh yapar.
“Köy düzlüğün gündoğusuna düşer. Kayalığın dibindedir. Kayalar mordur. Üstlerini sütbeyaz, yeşile çalan, gümüşi, türlü renkte lekeler örtmüştür.”[2]
“Çakırdikeni bittiği yerde bir iki üç dört tane bitmez. Öyle üst üste, öyle sık biter ki arasından yılan geçemez. Baharda zayıf, açık yeşildir. Hafif bir yel esse toprağa değecekmiş gibi yatar. Yaz ortalarında, dikende, önce mavi damarlar peyda olur. Sonra dikenin dalları, gövdesi mavileşir. Açıkça bir mavidir bu… Sonra mavi gittikçe koyulaşır. Bu en güzel bir mavidir. Bir tarla, uçsuz bucaksız bir ova tüm maviye keser. Gün batarken eğer bir yel eserse mavi dalgalanır, hışırdar, aynen deniz gibi. Gün batarken sular nasıl kızarır, çakırdikeni tarlası da öyle kızarır.”[3]
“Güze doğru dikenler kurur. Mavilik beyaza döner. Çatırtılar gelir çakırdikeninden. Düğme büyüklüğünde sütbeyaz sümüklüböcekler vardır hani. Bunlardan yüzlercesi, binlercesi dikenlerin gövdelerine sıvanır. Diken gövdeleri boncuk boncuk sütbeyaz olur.”[4]
“Baba ölmeden az önce, Sarıçağşak’tan toprak getirmiş, evin üstünü onunla döşemişti. Bu bizim bildiğimiz kara kuru kıraç topraklardan değildir. Bu toprak parça parça billur gibi donmuştur. Sarısı, kırmızısı, moru, mavisi, yeşili, türlü türlüsü vardır. Bu, renk renk toprak billurları birbirine karışmıştır. Bu sebepten Memedlerin evinin damı güneşte çeşit çeşit rengiyle yalp yalp yanar.”[5]
“Sarı çiğdem çiçeklerinin sapları, yok denecek kadar kısacıktır. Toprağa yapışmıştır. Kayaların arasına sapsarı bir halı serilmiş gibi olur. Güneş rengi. Mor sümbüller diz boyudur. Menekşeler ıslak, göz gözdür. Parıldar. Kırmızı çiçekler açar. Kırmızıları hiçbir kırmızıya benzemez. Billur kırmızısı, tatlı sıcak.
Yerden fışkırırcasına bir yeşil türer. Bir hoştur. Alidağı’ndan aşağılara bakınca yeşilin yağmur gibi yağdığı sanılır. Bulanık. Kayalar renk renk nakışlanmıştır. Hava burcu burcu çiçek kokar.
Eteklere doğru, Alidağı’nın kayalıkları kırmızılaşır, mora çalar. Ak bulutlar değip geçer, Alidağı nennilenir.”[6]
Bakınız aynı civarın tarifindeki mavilerin değişimi nasıl anlatılmış: “Önce mavi damarlar peyda olur. Sonra dikenin dalları, gövdesi mavileşir. Açıkça bir mavidir bu… Sonra mavi gittikçe koyulaşır. Bu en güzel bir mavidir. Bir tarla, uçsuz bucaksız bir ova tüm maviye keser. Gün batarken eğer bir yel eserse mavi dalgalanır, hışırdar, aynen deniz gibi. Güze doğru dikenler kurur. Mavilik beyaza döner.”
Açık mavi, koyu mavi, en güzel mavi, ova dolusu mavi ve mavi dalgalanma; sonra da maviliğin beyaza dönmesi.
Billur kırmızısının tatlı ve sıcak olması.
Alidağı’ndan aşağılara bakınca yeşilin yağmur gibi yağdığının sanılması. Alidağı’nın kırmızılaşıp mora çalması, ak bulutlar değip geçerken, nennilenmesi. (Nennilenmek, nazlandırmak, şımartılmak anlamında.)
*
İnce Memed-2[7]
“Sazlıklarda çok iri yeşil kurbağalar, bulut rengi, uzun boyunlu balıkçıllar dolaşırlar.”[8]
“Bir kelebek yığınını kapıp sulara geri dönerler. Bu sıralar su sarı köpükten olur.”[9]
“Verimli Anavarza yılda üç kez ürün verir. Kara, yağlı, rahat ve doğurgan olan bu topraktan yılın her gününde başka bir bitki fışkırır. Çiçeklerinin, yeşilden patlamış otlarının, ağaçlarının renkleri de başkadır. Yeşilse yeşili billur yeşili, sarıysa sarısı sapsarı, kehribardır. Kırmızısı yalım yalım kıvılcımlanarak parlar, mavisi bin misli mavidir. Böceklerinin, karıncalarının, kelebeklerinin, kuşlarının kanatları, kabukları, sırtları görülmemiş, büyülü bin bir renk içinde yalp yalp eder.
Bir gün bakarsın, Anavarza Ovası’nda, bin bir renk içinde balkıyarak, savrularak bir kelebekler fırtınası esmektedir. Ağaçlar, otlar, taş toprak, yeryüzü, gökyüzü kelebeğe kesmiştir. Sarı, kırmızı, yeşil, mavi, ak her birisi bir kuş kadar kelebekler birbirine girmiş, binlerce, milyonlarca, büyük bir kelebek hortumunda dönmekte, göğe ağmakta, büyülü bir dünya yapmaktadır. Bir gün bakarsın iri kırmızı atlıkarıncalar, uzun bacakları üstünde yaylanarak ovaya düşmüşler, doludizgin ovayı bir uçtan bir uca geçmektedirler. Bir gün bakmışsın rüzgârlar safi boncuklu arı esiyor.
Yeşil sinekleri, çekirgeleri, sırtlarındaki nakışlı kabukları sert, yanardöner böcekleri, hep bir fırtınada eserler.”[10]
“Bataklığın toprağı da her yerde aynı değildir. Bazı dümdüz serilmiş bir çimenlik, som yeşil. Bazı sık, ulu ağaçlarıyla gök görünmez bir orman… Türlü renkli ağaçlar, otlar… Gün doğarken sarmaşıklar iki el büyüklüğünde mavi çiçekler açar. Sık kamışlıklar, yabangülleri, nilüferler ki her birisi bir kucak, sularda yüzen. Ve sazan balıkları, yayınlar, kaplumbağalar, iri yeşil kurbağalar… Sivrisinek bulutu. Kara yılanlar, su yılanları, kırmızı kuyruklu tilkiler, korkak çakallar, boz yeşilimsi, uzun bacaklı, uzun boyunlu binlerce su kuşu.”[11]
“Gün Anavarza kayalığının üstünden batıya yıkılırken, bir kuş büyüklüğündeki turuncu nakışlı bir kelebek, kanatlarını sırtında birleştirip, ayaklarıyla başını, gözlerini sıvazlayarak, bedeni ince, tatlı bir titreme içinde, büyülü bir çeti dalına konmuş, öylece dimdik durur. Tam günün battığı an, bütün Anavarza Ovası, ağaçlar, sular, yeryüzü, gökyüzü, silme bir maviye batar. Kelebek de mavi olur.”[12] (Çeti, dikenli bir bozkır bitkisi.)
“Karaçalı en güzel, en verimli toprakta biter. Köklerinden bir sürü karaçalı fışkırır. Genç karaçalı bal rengindedir. Çalı yaşlandıkça rengi de koyulaşır, baldan karaya kadar dönüşür. Baharda ilk yapraklanan, sarı çiçeğini ilk açan karaçalıdır. Karaçalı yaprakları önce buğulu bir yeşildir. Sarı çiçekleri de buğulu bir sarıdır. Sonraları yapraklar koyu yeşil olur, karaya kaçan bir yeşil. Sarı çiçekler de yaza doğru turuncuya döner. Karaçalı en sert dikenli ağaçtır. Bütün gövde, tepeden tırnağa üç köşe dikenlerle sıvalıdır. Karaçalı bal renginden sarıya dönüşürken dikenleri de sertleşir. İçinde atlar, eşekler, köpekler, sığırlar, kurtlar dolanamazlar. Çıktıklarında kan revandadırlar. Arada sırada kuyrukları yolunmuş yalım renkli tilkiler görülür.”[13]
“Mağaranın taşları kırmızıydı. Çürümüş kırmızı taşlar dokununca ufalanıyordu. Kırmızı taşların üstünde, eğri büğrü, biçimsiz, bir yaprağı diğerine uymayan mavi bir çiçek bitmişti.
Aşağıda, uzayıp giden yeşil çayırları, kısa ak kırmızı, mor keskin kokulu çiçekleri, sürü sürü koyunları, sel yatakları, bodur ağaçları, seyrek çalılıklarıyla bir ova bulutlanıyordu. Ovada buğunun içinde salınarak telli turnalar dolaşıyorlardı sürülerle. Gün batarken bir yangın rengi ovaya vurdu. Gökyüzü, dağlar, sel yatakları, ovanın dibinden görünmeden akan büyük bir ırmak, bir yangının yalımları gibi parlayıp aktılar. Bir yalım seli bir an ovayı doldurdu. Sonra her şey, dağlar, ağaçlar, kırmızı topraklar, sürüler, otlar, turnalar som maviye kesti.”[14]
“Sarı nergisin sarvan kurup oturduğu, mor çiçekli yarpuzların üzengiyi dövdüğü, bir tek tohum atınca yüz veren dede toprağımızı bırakıp da gidelim, başka çaremiz kalmadı, dedim.”[15] (Sarvan/savran: Çadır, gölgelik)
“Ferhat Hoca kıvırcık abanoz sakalı, iri yalım karası gibi gözleriyle…”[16] (Abanoz, siyaha yakın kahverengi- yeşil bir renktir.)
“Bir paçavra yığınıydı insanlar. Her birisi bir kuru değneğe benziyordu. Yeşil bir sarının ölülüğündeydi yüzleri.”[17]
“Gün doğuşunu çok severdi. Dağların başı mavi bir çizgide koyulaştı, duruldu. Sonra mavinin üstü sırmalandı. Dağlar ıslak ıslak parladı, sonra sise gömüldü. Kuyrukyıldızı üşümüş bir güneş gibi parlardı söndü, parladı söndü, balkıdı, sonra ortalık aydınlandı.”[18]
“Tuvarası’nın kızılca kayalıklarında iri kertenkeleler olur. Tuvarası’nın toprağı yanardöner mordur. Tuvarası derin topraklardır, derin, kıraç. Kırmızı kedi..şağından başka çiçek açmaz koyaklarında. Her koyağın rengi başkadır. Yeşil, sarı, koyu yeşil, ince kırmızı çizgiler, parça parça maviler. Türkmenler bu toprakları boya edip kullanırlar. Nakışlı çekirgeleri olur Tuvarası’nın. Tuvarası dağlar gibi olmaz, sıcak olur. Sarp, kırmızı kayalar yalımlanır. Keskin olur kayası. İri gözlü puhular, kırmızı renklidir burada. Kayanın renginden ayırt edemezsin.”[19]
Yeşil kurbağalar, bulut rengi balıkçıllar, sarı köpükten sular, billur yeşili, sapsarı kehribar, kıvılcımlanarak parlayan kırmızı, mavisi bin misli mavi, büyülü bin bir renk; sarı, kırmızı, mavi, ak kelebek fırtınası, kırmızı atlıkarıncalar, boncuklu arılar, yeşil sinekler, yanardöner böcekler, som yeşil çimenlik, iki el büyüklüğünde mavi çiçekler, kara yılanlar, kırmızı kuyruklu tilkiler, boz yeşilimsi su kuşları, turuncu nakışlı bir kelebek, kara çalı, buğulu yeşil, buğulu sarı, koyu yeşil, karaya çalan yeşil, turuncuya dönen sarı, dikenleri bal renginden sarıya dönüşen kara çalı, yalım renkli tilkiler, ovaya vuran yangın rengi, üzengiyi döven mor çiçekli yarpuzlar, abanoz sakal, yalım karası gözler, yeşil bir sarı ölülüğündeki yüzler, yanardöner mor, yalımlanan kırmızı kayalar…
Yazar ekseriyetle bölüm başlarında yaptığı tasvirlerde renklere başvursa da zaman zaman kahramanların duygularını da renklerle anlatır.
*
İnce Memed-3[20]
“Kimi yıllar Çukurova’ya bahar birdenbire iner. Taze pırıl pırıl mavilerle. Baharla birlikte denize inen bu ışık mavisi göğe, ovaya, ak bulutlara vurur, çiçekten yeşilden, ışıktan patlamış verimli toprağın üstünden ağır ağır yürüyerek Toros dağlarına kavuşurdu. Koyaklarına mor gölgeler düşmüş, ovayı bir yarım ay gibi kuşatmış dağlar, birdenbire maviye batar, ağacı, kuşu, kayası, suyu, ormanıyla bir mavide yıldız yıldız ışıyarak savrulur, kaynaşarak dönerdi.”[21]
“Baharın ucunun görünmesiyle yüksek yamaçlardaki, bozkırlardaki keven dikenlerinin yumuşak, ılık, incecik yeşili de ortalığı alıverir. Bu sıralar bozkıra, yüksek yamaçlara, belli belirsiz, tüten, uçuk yeşil bir bulut inmiş gibi olur. Bu incecik diken yapraklar da yumuşacıktır. Gittikçe koyulaşan yeşiliyle birlikte bu yaprakların uçları da sertleşir, diken olgunlaşır, iğneleşir. Bitkiler koyu yeşildeyken keven öbeklerinden çiçekler fışkırıverir. Bu sefer de gene bozkırın, ağaç bitmez yüksek tepelerin, yamaçların üstünü, belli belirsiz, içlerinde mavi çelik kıvılcımlar çakan pembe bulutlar örter. Öbeklerden, yıldız yıldız diken yaprakların aralarından yükselen çiçek saplarının uzunluğu beş santimden yirmi beş santime kadar olur. Her sapta da on, on beş, yirmi, otuz çiçek bulunur. Bunlar çok koyu maviye kaçan pembe çizgili, içlerine bir karıncanın, küçücük bir arının girebileceği kadar küçücük pembe çiçeklerdir. Öylesine sıktırlar ki bu mavi kıvılcımlı çiçekler uçsuz bucaksız bozkırda ve dik yamaçlarda, yaylalarda uzun bir süre pembe pembe balkırlar.”[22]
“Değirmenoluk’tan doludizgin çıkan atlı, atını önce geniş bir düzlükten karşıdaki moraran dağlara sürdü. Kararan bir ormana girdiğinde ortalığa alaca gölgeler düşmüştü.”[23] (Yazar bu paragrafta direkt olarak renkten bahsetmiyor ama gene de renkleri kalemine çektiği fark ediliyor.)
“Uzun bir süre olduğu yerde, keven çiçeklerinin ardında yattı. Diken öbeklerinin altı, kırmızı kara benekli uğur böcekleriyle kaynaşıyordu. Bu yamacın keven çiçekleri çok pembe olduğu gibi, dikenler bir billur ışıltısı altında çakarak gün ışığı altında yanar söner fışkırırlardı. Buranın uğurböcekleri çok kırmızıydı, bir yalım gibi kırmızı kırmızı çakarlardı.
Bir ak bulut ormanın üstünden yukarı doğru ağıp geliyordu. İlk güz güneşi gittikçe aydınlığını artırıyor, pembe keven dikenlerinin derin bir yeşilde, yoğun bir pembede birbirlerine karışmış tütüyorlardı. Orman buradan Çukurova’nın ucuna kadar inip gidiyor, keven çiçekleri de ormandan dağın doruğuna kadar balkıyarak, ışıkları savurarak, bir sırma ışığında, pembede, morda, kırmızıda yukarıya çıkıyordu. Uzun boyunlu, kırmızı salkımıyla bir çiçek, bir çalılığın ortasından güneşe doğru uzanmıştı. Kısacık mavi, mor, sarı çiçekler kevenlerin aralarını doldurmuşlardı.”[24]
“Bahar inince Kırkgöz Ocağı’nın apak, keskin kayalıklarını göz kamaştıran bir aydınlık doldurur. Bu aydınlıkta bütün ak kayaları, geceleyin sarı çiçeklerin yararak çıktığı bilinir. Bütün dünya, yeryüzü, gökyüzü sarıya keser. Dünya ardından aydınlanmış bir billur gibi şavklanarak döner. Güz gelince de bakarsın ki o sarı çiçekler bir gecede yok olup gitmişler. Dünya gene sütbeyaza keser, lekesiz bir aklık içinde döner. Toprak, ağaçlar, otlar, çiçekler apaktır. Uçan kuşlar bile apak olur. Bir gece gene dünya çatırdamaya başlar, dağlar sallanır; bu sefer de kayalıkları mavi çiçekler yarmıştır. Her şey ince, yumuşak, uçuşan, sımsıcak bir maviye kesmiştir. O mavinin içine bir kere giren cümle dertlerinden, karanlığından sıyrılıp, apaydınlık bir mavilikle dolar. Anasından doğmuş gibi olur. Buna erişmek, bu mavinin içine girmek, mavi sevincinin tapınmasını yaşamak o kadar kolay değildir. Zulüm edenler, insanları aşağılayanlar, hak yiyenler, sömürenler, hazır yiyiciler buraya gelemezler, gelseler de bu mavinin içine giremezler.”[25]
“Ova tuhaf bir hışıltı içindeydi. Poyrazın önüne düşmüş kuşlar hızla Akdeniz üstüne, kanatları savrularak akıp gidiyorlardı. Delice koyaktaki çiçek açmış nar ağaçları al bir bulut gibi yukarıya, dağın doruğuna ağıp gidiyorlardı. Kıpkırmızı bir yol oradan buraya kadar bütün ovayı kuşatıyordu. Kıpkırmızı bir kuş, gözleri de bir köz gibi yanarak, büklüğün üstünde kanatları yalazlayarak dolanıyordu. Sararmış başaklar, ikindiüstü yeliyle sırtları ışılayarak, altın sarısında şavklanarak doğudan yana yatıyorlardı. Seyran’ın güneş yanığı yüzü, saçları, buğday, acı çiçek, gün ışığı kokuyordu. Sarı güz yaprağı, yağmur sonu toprağı kokuyordu.”[26]
Pırıl pırıl mavi, ışık mavisi, mor gölgeler düşmüş koyaklar, incecik yeşil, uçuk yeşil bir bulut, mavi çelik kıvılcımlar çakan pembe bulutlar, kırmızı yalım gibi çakan uğurböcekleri, apak kayalar, derin yeşil, yoğun pembe, çok pembe, lekesiz bir aklık, apaydınlık mavi, sımsıcak mavi, al bir bulut, altın sarısı bulut, kıpkırmızı bir yol…
Çukurova halkınca kutsal atfedilen Kırkgöz Ocağı’nın etrafında yetişen cümle nebat, neredeyse ocakta yetişen, ocağa hizmet eden kişiler kadar rağbet görür. Çatırdayarak, kayaları yararak dünyaya gelen her bir yaprak, her bir çiçek ayrı anlamlandırılır, ayrı şifa kaynağı olarak itibar görür.
*
İnce Memed-4[27]
“Toroslar ovayı bir ay gibi çepeçevre kuşatır. Çukurova Akdeniz’le dağların arasında kalır. Ovayı kuşatan dağlar kat kattır. Ta görünmeze kadar açık maviden, maviden, mordan laciverde uzanır. Dağların koyakları koyu gölgelidir. Dağlar gün gün, an an değişir. Gün doğarken kimi günler altın sarısına batar, bu sarılık kızıla, sütbeyaza, ardından ince bir maviye keser. Mosmor da olur. Öğleüstleri, çok sıcaklarda bir turuncuda da tüter, her yer yanarken, her yer bombozken.
Sonra da laciverde dönüşür, bahar aylarında menekşedir dağlar. Yamaçlarına altın çiviler çakılmış gibidir. Menekşenin, laciverdin üstünden, yumuşacık, sonsuza kayarlar bu ışık selinde.
Görkemli Düldül Dağı kat kat olmuş, üst üste binmiş yatık dağların ardındadır. Sütbeyaz ışığıyla bütün yöreyi ısıtarak döner. Başı çoğu zaman bulutsuzdur. Yazın da daha çok mor bulut rengindedir. Ya da tüten kızılımsı bakır morundadır. Lacivert, çok pembe karışımında tüter söner.
Toros dağlarının dorukları kayalıktır. Kayaları ak, pembe, kırmızı, kahverengi, turuncu, yeşil çakmaktaşıdır. Çakmak taşlarının üstünde geniş kanatlı kartallar dönerler.”[28]
“Çukurova’da her şey saydamdır. Kayalar, toprak, ağaçlar bile. Kuşlar, böcekler, yılanlar, insanlar bile. Gökyüzü ışıktan bir mavidir. Geceleri de ortalık yıldız döşelidir. Ve suların dibine Kur’an düşse okunur.”[29]
“İnce Memed ilerdeki çukura doğru yürüdü. Bir sürü küçücük kuş, sapsarı, yeşil kırmızı, boyunları halkalı, mor çiçeklere küme küme, incecik kanat sesleriyle inip kalkıyorlardı. Önünden usulca, çok uzun bir karayılan sırtı menevişlenerek akıyordu.”[30]
“Akçasaz’ın yüksek ağaçları, gün ışığı ve gözüken her şey mosmor kesilmişti. Devedikeni çiçekleri morlarını ağır ağır bütün ovaya yayıyorlardı. Gündoğuda Hemite Dağı, Kuzeyde Toroslar da mosmor kesilmişlerdi.”[31]
“Mor kayalardan mor yılanlar iniyor, sular gibi akıyor, çağlıyordu. Mor kayalar çalkalanıyordu. Kayalar suların üstüne inmişler, batmıyorlar, her bir yanlarından ışıklar fışkırıyordu, mosmor ışıklar… Dursun mor ışıkların, devedikenlerinin, mor kıvıl kıvıl yılanların ortasında kalmış dönüyordu.”[32]
“Büyük mor, sarı, ak kelebekler. Cins cins, güneşe gelince çakan arılar, yüzlerce küçücük renkli kuş, devedikenlerine iniyor, kalkıyorlardı.”[33]
“Patlamış bir yeşil doldurmuştu dünyayı. Patlamış bir devedikeni pembesi, moru almıştı ortalığı.”[34]
“Yılanlar akıyordu durmadan, kırmızı, çatal dilleri dışarıda. Yemyeşil yılanlar. Birden mosmor oluyorlar. Ardından yalıma kesiyorlar. Dilleri kırmızı, gözleri mercan…”[35]
“Küçücük, mavi bir kuş yöresini mavileyerek, Memed’in başında, tüm bedenini mavileyerek dönüyor; kuşun çok mavi, salkım saçak kuyruğu var. Kırmızı gagası çok uzun, göğsü sapsarı, güneş sarısı; gözleri mercan. Seyran’ın başında da dönüyor mavi kuş. Seyran’ın saçları, yüzü, gözleri, tüm bedeni maviye kesiyor. Mavi kuş gülmeye başlıyor.”[36]
“Memed ayağa kalktı. Mavi kuş başının yöresinde mavi halkalar çizerek uçuyordu. Yılanlar yalımdan dillerini çıkarmışlar, devedikenlerinin üstünden akıp geliyorlardı. On adım ötede küçücük mavi kuşların ördüğü duvarın önünde duruyorlardı.”[37]
“Karşıda apak çiçekler açmış, hiç yapraksız, bir bulut gibi, pampallı düzlüğe çökmüş ulu bir ağaç gibi durmadan ışık değiştiriyor. Bir ak renkten başka bir ak renge, bir ışıktan başka bir ışığa giriyor, sert, yumuşak yansımaları ışığı usturalıyor, uzatıyor, ipiltiye boğuyordu.”[38]
“Ilık bahar güneşi altında uçuşan, çıldıran bir renk cümbüşü başlıyordu köprünün üstünde. Her gören bu renk kasırgasına hayran kalıyordu. Bu alana baştan aşağıya mozaik serilmiştir, burası da çılgın bir renk cümbüşündedir. Mozaikler Cığcık köylülerinin kilimlerine akmıştır. Çok keklik, çok karayılan, çok ceren resmi vardır mozaiklerde. Bir doru at bir maviliğin üstünde koşar kuyruğunu dikmiş, yelelerini bulut gibi kabartmış. Bir mor geyik bir kayanın üstünde dikilmiş durur. -bir akrep, tupturuncudur, kuyruğunu kaldırmış sokacak birisini aramakta, bir kırmızı yılan, genç, saçları uzun bir kızın bacakları arasına akmaktadır. Alabildiğine kızdırmış güneş ışıklarını tarlalarda eğilip kalkan uzun bacaklı, kırmızı uzun gagalı leyleklerin üstüne dökmektedir. Önde çok büyük bir leylek gagasını uzatmış, uzun ak boynu sünmüş, önündeki sazlıkların içine sıçrayacak bir kurbağayı yakalamaktadır.”[39]
“Gün battı batacak ayağa kalktı, batıdaki bulutlar açık turuncudan koyu yeşile, turuncu mora, pembe maviye dönüşmüş, kenarları da sırmalanmıştı. Günbatısı bir renk balkımasındaydı ve güneş koskocaman, testekerlek bir koyu pembede dünyanın üstüne oturmuş, yavaş yavaş denizin içine iniyordu.”[40]
“İnce Memed kahveyi içince esrikleşti. Kahveyi ilk içtiği günkü gibi oldu. İçi sevinçten doldu taştı. Akdeniz bütün ışığı, aydınlığıyla geldi ayağının dibine serildi. Sarı kuş geldi başının yöresinde altından sarı halkalar çizdi. Sarı güneş kıvılcımlandı, kafasının içinde savruldu.”[41]
“Her gece kasabada el ayak çekildikten sonra köprünün altından, atın kurşuna dizildiği yerde bir top ışık patlıyor, önce kıpkırmızı bir ışıktır bu. Sonra yeşile, turuncuya, maviye dönüşüyor. Sonra tepenin başına çıktığında kapkara kesiliyor, kara ışık sonra apaydınlık oluyor, tepenin başı gün ışığı vurmuş gibi ağarıyor.”[42]
“Memed çakıltaşlarının üstüne oturmuş gözlerini öteye dikmişti. Deniz sütbeyaz, ortalık sütlimandı. Dağların yansıması aklığın bir ucunu karartmıştı. Bir ak martı göğün çok yükseğinde bir ışık parçası içinde kalmış, daha da aklaşarak orada duruyordu. Yukardan mavi bir ışık yağdı. Aşağıda da denizde mavi bir buğu tüttü, karşıki dağlar maviledi. Toprak, ağaçlar, kuşlar bakılmayacak kadar parlak, esen yelle sırtları yaldırlayan sarı ekin tarlaları, som maviye kesti. Yağan mavi Memed’in iliklerine kadar işledi. Dikenlidüzü karşı dağın dibine kadar çakırdikenlikti. Çakırdikenlik patladı bir mavi ışık saçıldı dünyaya. Gür bir kaynaktan çıkar gibi durmadan bir mavi dağılıyordu ortalığa, ormana, kayalara. Bir köpek sürüsü koptu Düldül Dağı’nın dibinden, hep birden ürerek, gittikçe mavileyerek. Ala karlı Düldül Dağı da mavilendi. Yukarda dönen tek martı denizin üstüne indi, kanatlarını suya vurdu, denizin bir kavak boyu üstünden ötelere gitti. Dönerken apak olmuştu. Deniz de usul usul ağardı.”[43]
“Birden sıcak patladı, ışıklar patladı, kurumuş otlar patladı. Nar çiçekleri patladı. Ova apal, dağın dibinden apak olmuş denize kadar dalgalandı. Ekin tarlalarına, denize bir allık çöktü.”[44]
“Biraz kesilen mavi ışık yeniden yağmaya başladı. Memed maviye battı, sırılsıklam oldu. Ayağa kalktı, mavi çakıl taşlarına basarak, sel yatağına, kurumuş, bakır rengi olmuş pürenin yanına gitti oturdu.
Bir yağmurcuk kuşu geldi insanın içini okşayan mavi tüyleri, güzel başı, uzun gagası, kapkara ışıklı gözleriyle yarın üstüne kondu, oradan da ayrılmadı. Mavisi denize, toprağa, dağlara doğru mavi bir buğu gibi dağılıyordu. Mavi uzun bir yılan geldi, yağmurcuk kuşunun yanıbaşına kıvrıldı kelep oldu. Kırmızı çatal dili hışıladıkça uzuyordu. Memed denizin kıyısına geldi. Deniz sütliman, sütbeyazdı.”[45]
“Orman balkıyordu. Sarı bir bulut bu ağaç denizi üstünde, som ışığa batmış. Kırmızı lekeler uçuşuyordu ağaçların arasında. Kayalıklar gözükmüyordu. Arada sırada yeşile, sarıya batmış sıra sıra dağlardan mor, kırmızı, ak keskin bir doruk yükseliyordu. Gün ışığını emen, ortalığı pul pul ipiltilere boğan… Bir derenin kıyısındaki büyük taşların üstüne, ulu çınarların altına oturmuşlardı. Arada sırada üstlerine, yukarıdaki dallardan sarıya doymuş, kırmızı damarlı bir yaprak düşüyordu döne döne. Ferhat Hoca, Memed’in getirdiği, altın sarısı gibi tütünden sardığı sigarayı içiyordu.”[46]
“Hürü Ana, Anacık Sultan’dan çok Memed’e konuşmuş, patlayan, kayalardan fışkıran mavi çiçeklerden, ocağın üstüne bir bulut gibi çöken, içi mavi kıvılcımlı ışıktan söz etmişti. O hiçbir zaman doruğundan ışık eksik olmayan, doruğun üstünde dönen, kaynayan buluttan mavi kıvılcımlar sağılıyor, çöküyordu doruğa. O gece mavi bir ay doğmuştu dünyaya. Kayan, mavi kıvılcımlar savurtan yıldızlar doldurmuştu gökyüzünü. Gece bile mavi mavi balkımıştı.”[47]
“Ölüleri çıplak atlara atılmış her bir Memedin üstünde ışıltılı, çok mavi, bir damla güneş gibi bir kuş uçuyor, atlar durunca kuşlar da duruyor, onlar yürüyünce kuşlar da gidiyordu. Yedi Memed’in üstündeki yedi güneş damlası mavi kuş da Toroslardan kasabaya kadar ışıltılı mavi çizgiler çizerek indiler.”[48]
“Gece oldu, dolunay testekerlek göğün öbür ucundaydı. Mavi, ışıltılı bir duman çökmüştü Alidağı’na, Dikenlidüzü’ne. Mavi kar kıvılcımları uçuşuyordu gecede. Keskin bir ayaz ortalığı biçiyordu.”
“Gün doğarken ay göğün ortasından batıya sarkmış, mavisini yitirmişti. Alidağı’nın tepesi kızarır, bir billur pırıltısında yanar, kıvılcımlar bulutlar gibi döner savrulurken, ovaya da uçsuz bucaksız, sonsuz aklıkta ipiltiler çökmüştü.”[49]
“Gün sarkmış, aşağılara inmiş, dağın karlarına bir kızıllık çökmüştü. Karlar binlerce billur kırmızı ipiltilerle kıvılcımlanıyordu. Güneşin dışarıda kalmış son dilimi de aşağıya iniverdi. Gökyüzü, karlar önce mosmor oldu, sonra dilim dilim kırmızılıklar, turuncular, mor yeşiller sürdü bir an. Alacakaranlık ağır ağır dağa doğru gelirken bir ışık patlaması oldu, sonra da ortalık karardı.”[50]
“Dağlardan düzlüğe aşağı sular gümbürdeyerek akıyor, karlar savuruyordu. Anacık Sultan’ın ölüsünün başucunda nerden gelmişse, çok uzun saplı, kocaman bir mavi çiçek gelmiş mavi mavi balkıyordu. Ağıtlar yakıyordu kadınlar, mezara ak çiçekler taşıyorlardı. O mavi çiçek yatağın başucundan kalktı geldi, köklerini mezarın başucuna soktu, mavileri şırlayıp akarak durdu kaldı. Bunu da herkes gördü. O çiçek yıllar yılı hiç solmadan, kurumadan, mavisi gün ışığı gibi şırlayarak aktı. Kurtuluş Savaşı’na gidenler dönmeyince çiçek de bir gün tanyerleri ışırken kalktı, mavisini dünyaya yayarak çekildi gitti. O da çiçeğin ardınca gün ışıyıncaya kadar mavilere batarak gitti. Sonra aşağıda, çakıl taşlı pınarda çiçeği yitirdi. Pınarın suları o gün bugündür som mavi akar. Ak çakıl taşları, yöredeki kayalar da sudaki balıklar da mavilediler.”
“Bir kuş sürüsü, hepsi de sütbeyaz. Ocağın avlusuna, kaynayan kazanların, kümbetin damına, karşı kayalıklara durmadan iniyor, dünya apak kesiliyordu. Durmadan da karanlık bir yağmur yağıyordu. Kayalar çatlıyor, maviler dumanlanıyor, fışkırıyor, süt mavisine dönüyor, soluyor, bir kaval sesi geliyordu tül gibi sallanan uzak mavinin ardından. Beyaz da soluyordu.”[51]
“Kanadı uzun üç tane ak kuş uçuyordu doruğa doğru. Doruğa gidiyor, ışığa batıp çıkıyor, tabutun üstünde süzülüp kalıyorlardı. Derken nerden geldiği belli olmayan bir kaval sesi ortalığı sarıverdi. Çatırdayan kayalardan mavi çiçekler fışkırdı, mest edici mavi, ince kokular aldı dünyayı.”[52]
(Anacık Sultan’ın vefatının, defnedilmesinin renklerle anlatımı üstteki satırlar.)
İnce Memed’in yaşadığı topraklardan çekip gittiği gün ise şu satırlarla tasvir ediliyor:
“Dikenlidüzü’nü doldurmuş kalabalık gittikçe çoğalıyordu. Davucular davullarını, zurnacılar zurnalarını alıp gelmişlerdi. Ortaya çakırdikenlerden, karaçalılardan, kevenlerden, devedikenlerinden tepe gibi bir öbek yığıldı. Hürü Ana gitti öbeğe ateş verdi. Davulcular, zurnacılar, bütün kalabalık yalımların içinde kalıncaya kadar oynadılar. Kurumuş çakırdikeni düzlüğü tepeden tırnağa bir anda yalıma kesti. Yalımların kızıltısı mor dağlara vurdu, dağlar aydınlandı, sallandı.”[53]
“O gün bugündür Toros köylüleri toprağa saban atmadan önce giyip kuşanıp düzlüklere, ovalara çıkarlar. Çalılardan dikenlerden kevenlerden büyük öbekler yığarlar. Köyün en yakışıklı genci ve en güzel kızı öbeklere ateş verirler. Yalımlar bütün gece toprağı yalar. Bir sel gibi akarak Alidağı’nın, Düldül Dağı’nın Yıldızdağ’ın, Binboğa’nın doruklarında birer top ateş patlar, dağların doruğu, üç gece ağarır, apaydınlık, gündüz gibi olur.”[54]
Rengi açık maviden, maviden, mordan laciverde uzanan dağlar,
Güneşin altın sarısında doğup, sarıdan kızıla, sütbeyaza, ince maviye, mora, turuncuya, bomboza boyadığı dağlar,
Laciverde, menekşeye dönüşen dağlar,
Menevişlenerek akan karayılan,
Kızılımsı bakır moru,
Mor yılanlar, yemyeşil yılanlar,
Patlamış bir yeşil,
Patlamış devedikeni moru, devedikeni pembesi,
Dilleri kırmızı, gözleri mercan yılanlar,
Kırmızı gagalı, göğsü güneş sarısı, sapsarı, gözleri mercan, mavi bir kuş,
Testekerlek, koyu pembe bir güneş,
Som maviye kesen sarı ekin tarlaları,
Mavilenen ala karlı Düldül Dağı,
Mavi kıvılcımlar savurtan yıldızlar,
Mavisi şırlayarak akan çiçek,
Kızıltısı mor dağlara vuran yalımlar,
Tütün kızılımsı bakır moru,
Lacivert çok pembe karışımı,
Morlarını ovaya yayan devedikenleri,
Mosmor kesilen dağlar,
Üstüne allık çöken deniz,
Karanlık yağan yağmur,
Kızıllık çöken karlı dağlar,
Apak deniz, apak bulutlar, apak çiçekler,
Sarıya doymuş kırmızı damarlı bir yaprak.
Uzak mavi, dumanlı mavi, süt mavisi, mest edici mavi, ince mavi, ışıktan mavi, som mavi, apaydınlık mavi, bin misli mavi, pırıl pırıl mavi…
Kanaatimce, ekseriyeti doğa tasvirleri olmakla birlikte yazarın mevki ve insan adlarında da renkleri bolca kullanması metni hem zenginleştirmekte hem de şahısların, bölgelerin akılda kalmasını sağlamaktadır.
Akçasaz, Akçaçam, Sarıkağşak, Aladağ, Sarı Ümmet, Sarıçiçekli Mahmut Ağa örneklerinde olduğu gibi. Otuz iki yılda tamamlandığı bilinen seri, okurken bazen sabırları zorluyor; -ustaca yerleştirilmiş olsa da- fazlalıkmış gibi görünüyor, sonunda bir yerlere bağlanıyor.
Hülasa, hayatımızı canlandıran unsurlardan olan renkleri, edebi metinlerde, hassaten Çukurova’nın yazarında belirgin bir biçimde görmek bendenizi mutlu etti.
7-Ağustos-2025
[1] Kemal, Yaşar, İnce Memed, 436 sayfa. YKY, 2004-İstanbul
[2] Kemal, Yaşar, İnce Memed, 1. Cilt, sf: 10.
[3] Kemal, Yaşar. İnce Memed. Cilt: 1. Sf: 12
[4] İnce Memed. Cilt: 1. Sf: 13
[5] İnce Memed. Cilt: 1. Sf: 55
[6] İnce Memed. Cilt: 1. Sf: 402
[7] Kemal, Yaşar. İnce Memed. Cilt: 2. YKY. 2004-İstanbul
[8] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 9
[9] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 10
[10] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 11
[11] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 12-13
[12] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 13
[13] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 16
[14] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 66-67
[15] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 74
[16] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 103
[17] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 221
[18] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 234
[19] İnce Memed. Cilt: 2. Sf: 261
[20] Kemal, Yaşar. İnce Memed. 3. Cilt. 629 Sf. YKY 2004-İstanbul
[21] İnce Memed. Cilt: 3. Sf: 9-10
[22] İnce Memed. Cilt: 3. Sf: 13-14
[23] İnce Memed. Cilt: 3. Sf: 14
[24] İnce Memed. Cilt: 3. Sf: 78-79
[25] İnce Memed. Cilt: 3. Sf: 277-278
[26] İnce Memed. Cilt: 3. Sf: 491
[27] Kemal, Yaşar. İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 639. YKY 2004-İstanbul
[28] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 10-11
[29] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 12
[30] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 15
[31] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 17
[32] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 18
[33] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 18
[34] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 21
[35] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 25
[36] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 26
[37] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 28-29
[38] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 106
[39] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 117-118
[40] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 153
[41] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 158-159
[42] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 292
[43] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 321
[44] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 322
[45] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 325
[46] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 345
[47] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 364
[48]İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 482
[49] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 484
[50] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 490
[51] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 538
[52] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 556
[53] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 638
[54] İnce Memed. Cilt: 4. Sf: 639
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.