MUHTEREM OKUYUCULARIM,

MUHTEREM OKUYUCULARIM,

MUAMMER OYTAN

2 yıl önce

Öncelikle, hepinizin Mübarek Ramazan Bayramınızı en samimi duygularla kutlar; evlatlarınızla ve tüm sevdiklerinizle beraber daha nice Bayramları sağlık, afiyet, mutluluk ve huzur içinde idrak etmenizi Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim.!

Başta, bu Fakiri daima teşvik eden: İstanbul Yeni Gün Gazetesi sahibi, Muhterem Dostum Sayın Engin KÖKLÜÇINAR olmak üzere, 8 senedir kesintisiz olarak gazetelerinde Ramazan yazılarım için sayfa ayıran ve Kur’an’ımızın ayetlerini ve konu ile ilgili Hadisleri esas alarak; mensubu olmakla onur-gurur duyduğumuz İslâm Dininin ana ilke ve esaslarından, gönülden akan ilâhî aşk nağmesi şiirlerimizin eşliğinde bahsetmek imkanını veren:Türkiye çapında, her bölgedeki 60 civarındaki yerel gazete sahibi ve yazı işleri müdürü dostlarıma teşekkür ediyorum.  Allahu Teala, cümlesinden râzı olsun inşallah!

Bu çabamızın ne dereceye kadar yararlı olduğunu; sizlere ne ölçüde ulaşabildiğimi tabii ki ölçme imkânım yok.

Yazılarımızı okuyan dostlarımıza mümkün olsa yüz yüze sorasım geliyor: Bu yazılardan çıkardığınız anlam nedir? İslâm Dininin ilk ve baş esası, mesajı ne imiş; bizleri Şeytan’ın telkinlerine uyduran içimizdeki nefsin köreltilmesi ve böylece insan-ı kâmil olmanın yoluna girmemizi sağlayan sihirli duygu ne imiş?

Şahsen bana göre Dinimizin ve Kitabımızın iki temel ve esaslı mesajı vardır. 8 seneden beri Ramazan yazılarımızda da vermeye özen gösterdiğimiz bu mesajlara uygun davranmak, uygun yaşamak, riayet etmek sorunların çoğunu çözer. Bu iki esasa uyan bir kişi zaten derin ve kâmil bir imana sahip olan, İslâm’ın tüm şartlarına uyan; Kur’an ahlâkına kavuşmak için gerekli yöntemleri uygulamakta olan bir kişidir.

BİRİNCİ  MESAJ:

Birinci olarak bu esas, bu sihirli duygu, bu mesaj “sevgidir”; Cenab-ı Allah’ı(c.c.) ve Peygamber (s.a.s.) Efendimizi sevmektir. Böylece, bu ruh haline kavuşmuş olarak tabii ki birbirimizi sevmektir; insanları, hayvanları, bitkileri, taşı-toprağı, çiçeği-böceği, kısaca tümüyle doğayı sevmektir; yaşamı sevmektir. Karşılıksız, beklentisiz olarak, bizatihî insan olduğu, hayvan olduğu, bitki olduğu, taş-toprak olduğu için, kısaca Allah Tealâ tarafından yaratıldığı için sevmektir! Büyük Derviş Yunus’un ifadesi ile “Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmektir.!”  Her yöne, her yana, her şeye sevgiyle bakmaktır. Duyulan sevginin ruhumuzu titretmesidir; sevmek-sevilmek-gönüllere sevgi ekmektir; aç-susuz kalsan da sevgisiz kalmamaktır; bir ilâhî aşk nağmemizde belirttiğimiz gibi tüm insanlığa sevgi taşımaktır.!

Tüm mü’minlere durmadan taşırız,

Yükümüz sevgidir, özümden sevgi,

Kırklar Meclisinde lokma bölüşürüz,

Gönlümden sevgi akar sözümden sevgi.!

 

İslâm Dini, dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, sevgiye, sevmeye-sevilmeye o kadar önem veriyor ki: “İmân etmedikçe Cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de kâmil imân etmiş olmazsınız.!” buyuruyor.! Neredeyse birbirimizi sevmenin imân etmiş olmanın ön şartı olarak görüyorlar.!

Sevgi insanın en büyük hazinesidir. Sevgi insanın, hatta her canlının, bitkilerin, hayvanların dahi bizatihî fıtratında vardır, doğuştan gelen bir haslettir. Allah Tealâ doğuştan yüreğimizi sevgi ile yüklemiş, şarj etmiştir. Ne var ki insanoğlu bu hazinesini, bu değerini, bu özelliğini kullanmakta son derecede cimri, hasis, kıskanç davranmaktadır. Aman haa kullanırsam biter diye korktuğu için değil.! Çünkü sevgi içimizdeki öyle bir kaynaktır ki harcadıkça, kullandıkça, eksildikçe artar, çoğalarak akar, daha gür akar.!.O halde neden kullanmıyoruz ? Neden Allah’ı, Peygamberi, insanları, güzelliklerle dolu doğayı sevmiyor insanoğlu.? Cenab-ı Allah  yüreğimize doğuştan yükledi ise neden herkese-her şeye karşı otomatikman çıkmıyor bu sevgi.? Çıkmaz ! Çünkü Allah Tealâ’nın prensibi bu değildir; ilkesi, kararı, hükmü bu mealde değildir.! Peki Allah Tealâ’nın ilkesi-hükmü nedir.?

Cenab-ı Allah, insanoğlunu bir robot gibi yaratıp, onu kurgulayıp, önceden tespit ve tarif  edilmiş tutum, davranış ve amelleri aynen ve otomatik olarak yapması için ortalığa bırakıvermiş değildir.! Allah, insanoğluna akıl vermiş, irade vermiş, kalp vermiş; sevgi—şefkat-nefret-gurur-kibir-acıma gibi duyguları da vermiştir. Ve tabii bu hazineleri, bu değerleri kullanarak yarattığı zıtlıklar arasında seçme imkânını da vermiştir. Yaptığı seçimlerden de sorumlu tutmuştur: Tuttuğu yolun, yaptığı seçimin doğru veya yanlış, iyi veya kötü olmasına göre de ceza veya mükâfat uygulayacağını bildirmiştir. Hayatta her şeyin bir zıddı vardır: Güzel-çirkin, doğru-yanlış, sevgi-nefret, iyilik-kötülük, çalışmak-tembellik, sevap işlemek-günah işlemek, uzun-kısa, zayıf-şişman, sevmek-sevmemek, aşık olmak-nefret etmek, tedbirli olmak-savsaklamak, doğru yol- yanlış yol, dürüstlük-hıyanetlik v.b. Bunları nâmütenahî çoğaltabilirsiniz. İşte Cenab-ı Allah’ın prensibi-hükmü, robot gibi bir insan türü yaratıp onun tekdüze-değişmez ameller işlemesi, sonuçta da onu sorumlu tutmaması yerine, her insana verdiği akıl-irade ve duygularla bu zıtlıklar arasında seçim yapması; akıl-irade ve duygularını kullanarak iyiyi-güzeli-doğruyu-dürüstlüğü-tedbirli olmayı-iyilik yapmayı, sevmeyi, sevgi göstermeyi, sevap işlemeyi, Allah Tealâ’nın rızasını almayı  v.b. seçenin hem bu dünyada hem ahrette mükafatını; aksi durumları seçenin de hem bu  dünyada,  hem ahrette zararını göreceği şeklindedir.!

Kader ve yaşanan hayat ilişkisi de böyledir: İslâm dininde, olumsuz-başarısız-kötü bir durumla karşılaşınca “ne yapalım bizim de kaderimiz, alın yazımız böyleymiş!” diye kusuru- kabahati kadere, Cenab-ı Allah’a yüklemek yoktur; miskinlik-tembellik edip kaderi kötülemek yoktur; Cenab-ı Allah’ın verdiği aklı, fikri, iradeyi kullanacaksın, tıbbın veya fennin sağladığı her çareye başvuracaksın: Diyelim ki çiftçi isen, yağmur yağmazsa tarlanı sulayacaksın-gübre ekeceksin; hasta olunca tıbbın tüm imkanlarını kullanacaksın, öğrenci isen son gücüne kadar dersini çalışacaksın, sonra Allah’a tevekkül edeceksin! Çünkü Cenab-ı Allah, vermiş olduğu aklı kullanarak, sorumluluğunu yerine getirerek ya da hiç kullanmayıp âtıl-tembel şekilde bekleyerek elde edeceğin sonucu sana kader diye yaratacaktır.! Bedevinin birisi Hz. Peygamber Efendimize gelip: “ Yâ Resulallah, devemi başıboş bırakıp da mı yoksa sıkıca bağlayıp da mı Allah’a tevekkül edeyim ?” diye soruyor. Hz.Peygamber (s.a.s.): “Deveni bağla da sonra Allah’a tevekkül et !” buyuruyor. 

İşte sevgi de aynen böyledir.! Allah Tealâ sevgiyi yüreğimize doğuştan yüklemiş; kullandıkça pınar gibi daha gür akmasını halk etmiş, bizim kullanmamızı, her şeye-her zaman-her yerde harcamamızı, göstermemizi bekliyor.! Ama ne yazık ki göstermiyoruz. Bir yığın insan Allah’ı sevmiyor, sevmediği için de O’nun buyruklarına uymuyor; O’nun yarattığı insanları sevmiyor; doğayı sevmiyor, çiçeği-böceği-taşı-toprağı sevmiyor. Çünkü bu varlıklarda, bu güzelliklerde Cenâb-ı Mevlâ’nın görüntüsünü, O’nun aksetmiş halini, O’nun güzelliğini; gücünü-kudretini görmüyor.! Menekşenin yaprağındaki beyaz-siyah-sarı-mor renklerin karıştığı güzellikte O’nu, O’nun aksini aramıyor.! Tüm dünyanın tekniği, fenni bir araya gelse, o canlı haliyle, bir süre sonra solan-buruşan haliyle bir yaprağını yaratamayacağı bu muhteşem güzellikte Allah Tealâ’nın gücünün aksini görmüyor, hayretler içinde kalıp, şaşkınlık yaşamıyor, heyecan duymuyor.! İnsanlara karşı da aynı: Bir insan; tüm fizikî ve ruhî yapısıyla: kaşından gözüne, ağızdan buruna, saçından tırnağına kadar; solunum sisteminden dolaşım sistemine kadar, kalbinden beynine kadar, beş duyusundan nefsine kadar her bir yanı ayrı bir mucizedir; akılları şok eden, tam bir ahenk içinde çalışan, tam bir uyum içinde birbirini tamamlayan bir mucizedir.! Ruhun durumu hakkında hala hiçbir şey bilmiyoruz.! İnsanoğlu, bir hücresini dahi yaratmakta aciz kaldığı bu muhteşem eseri yaratan Cenab-ı Allah’ın ne kadar büyük olduğunu tefekkür etmiyor! Sıradan, vukuat-ı âdiyeden bir olaymış gibi kabul ediyor ve bu muhteşem eseri, bizatihî insan olması hasebiyle sevmiyor. Sonsuz sevgi kaynağından buna bir kırıntı ayırmayacak kadar hasis-cimri davranıyor. Tabii sevgi duymayınca saygı da duymuyor. Bir şahsiyete duyulan, yani Ahmet-Mehmet belirli bir kişiye duyulan sevgiden-saygıdan bahsetmiyorum; bizatihi Allah’ın yarattığı bir varlık olarak “insana” sevgi ve saygı duymuyor ve çekip tabancayı bu muhteşem, mucize eseri öldürüyor.!

Oysa sevgi olsa, saygı da olacak; tüm canlı-cansız varlıkların Allah Tealâ’nın yarattığı birer güzellik olduğu, mucizevî eser olduğu düşünülüp tefekkür edilecek; dolayısıyla Cenab-ı Allah’ın büyüklüğü, gücü idrak edilecek; her güzellikte hayretler içinde-şaşkınlık içinde O’nun aksi, O’nun görüntüsü aranacak ve bulunacak ve O’na ilâhî bir aşkla bağlanılacak, dolayısıyla tüm buyruklarına, Kitabına uyulacak…! Böylece nefisler körletilecek, şeytanın telkinlerine uyulmayacak; yer yüzündeki kötülükler, fenalıklar son bulacak; canı burnunda olanlar, siniri tepesinde olanlar, öfkeden kuduranlar, kuduz köpek gibi etrafına saldıranlar, yakıp-yıkıp-insana, doğaya zarar verenler, incir çekirdeği doldurmayan sebeplerle Allah’ın eserine, insana kurşun sıkanlar sakinleşecek. Bir şiirimizde:

 “Nefis ıslâh olup muma çevrilir,

  Ol Tanrı’yı  zikirle hep zikirle!”     dediğimiz gibi, herkes ıslâh olacak.!

 

İKİNCİ MESAJ

İkinci olarak da bu esas, bu sihirli davranış, bu mesaj Cenab-ı Mevlâ’mızın, Kur’anı Kerimde (Al-i İmrân: 3/ 104,110) verdiği buyruktur: Hayra çağırmak, iyiliği emredip kötülüğü men eden hayırlı bir ümmet olmak.! Allah Tealâ’nın “…Haydi hep hayırlara koşun…!” (Bakara,2/148); “…Öyle ise iyiliklerde yarışın…!”(Mâide,5/48); “İşte bunlar hayır işlerine koşuşurlar ve o uğurda öne geçerler.”(Müminin,23/61) şeklindeki buyruklarına uymaktır.!

Birbirlerini seven, sayan, Yaratan’dan ötürü sevgi-saygı duyan insanlar zaten kötülük yapamazlar; herhangi bir insanın, hatta hayvanın kötülüğünü isteyemezler, buna akılları-izanlar-vicdanları izin vermez. Mutlaka iyilik etmede, sıkıntıda olanın yardımına koşmada yarışırlar. Atalarımızın o eşsiz anlayışından süzülüp gelen: “iyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlık bilir” sözüne-öğüdüne uyarak yere-zamana göre değil, her yerde, her zaman, her kese iyilik yapmaya veya kötülüklere engel olmaya çalışırlar.!

Oysa zamanımızda, kendimize bir bakalım, bir an için otokritikte bulunalım; etrafımızı-hısım akrabalarımızı-tanıdıklarımızı bir düşünelim: Ne görüyoruz? Gördüğümüzü cesaretle söyleyelim: Çağımızda-zamanımızda insanların çoğunda, insanlara duyulan sevgi yok, şefkat yok, iyilik etmek, dardan, sıkıntıdan kurtarmak yok.! Bir egoizm, bir hırs, bir kıskançlık almış yürümüş. Cenab-ı Allah’ın “İyiliklerde yarışın!” buyruğu, yerini, maddiyatta, meteryalizmde yarışmaya bırakmış. Bazıları “çekirdek aile olmak” diye uyduruk bir duygu ve düşünceye saplanıp, kaplumbağa gibi kafasını kabuğu içine çekip, yüreğindeki son sevgi-saygı kırıntısını da söndürüp, topluma sırtını dönüp bütün acımasızlığı ile hayır hasanetten, hatta tatlı dil güler yüz göstermekten elini çekmiş.! Karşılıksız iyilik yapmak, kötülüklere engel olmak şöyle dursun borç para vermek adeti yok olmuş; düşene bir tekme daha atmak moda olmuş.! Kendimize yazık değil mi; gençlerimize yazık değil mi; bu topluma yazık değil mi !?

Aslında, Kur’an Âyetlerinin nâzil olduğu, hadis hükümlerinin ifade buyrulduğu asırlara ve ecdadımızın yaşadığı zamanlara nazaran çağımızda iki türlü zorluk ve terslik yaşanmaktadır:

Birincisi, hayat daha zorlaşmıştır, birbirimizi sevmemize-iyilik edip kötülükleri def etmeye daha çok ihtiyaç duyar hale gelinmiştir.

Gerçekten de çağımızda, yaşam koşulları, eskiye nazaran daha ağırlaştı, nüfus çoğaldı, ekmek aslanın ağzında, ihtiyaçlar arttı, gençlerin birbirlerinden görüp tanıyıp etkilendikleri ihtiyaçları arttı; köylerde yaşayanlar şehirleşti; eğitimin değeri anlaşıldı, gençler okumak, meslek sahibi olmak arzusu içindeler…Oysa imkanlar, gelirler kısıtlı, iş bulma sıkıntısı devam ediyor, masraflar giderek artarak büyümekte… Bu durumda “çekirdek aile olmak” saçma düşüncesine kafayı takıp kabuğuna çekilmek, fakire-fukaraya sırtını dönmek yerine Allah rızası için kesemize-gönlümüze-gücümüze-bilgimize göre insanlara yardımcı olmak; gençlere burs verip okutmak, en azından tatlı dil- güler yüz içinde sevgi-saygı-şefkat göstermek ihtiyacı daha da artmıştır.!

İkincisi de, tam tersine insanlar genel olarak Kur’an’ın ilkelerinden uzaklaşmış, daha gaddar, daha egoist, sevgisiz-saygısız birer robot haline dönüşmüşlerdir.! Yukarıda belirtildiği üzere insanların giderek daha da zorlaşmış olan hayat şartlarına kayıtsız kalmayı kanıksamışlardır.

İşte tam da bu nedenle, İnsanlar özellikle genç insanlar, bir güvensizlik içinde bocalamaktadırlar: En basit olumsuzlukla karşılaşınca manevî direncini yitirmekte, bunalıma-strese düşmekte, mutsuz olmaktadırlar. Toplumda anlaşmazlıklar, kırgınlıklar, dargınlıklar, boşanmalar, kavgalar, cinayetler, hırsızlıklar-gasplar; cimrilik, merhametsizlik, tefecilik, ahlâksızlık, ayırımcılık, hıyanetlik, bozgunculuk, yalan-dolan-gaddarlık, hasetlik, haram yemek, direksiyonda içki-alkol kullanmak, aldatmak, kandırmak, zulüm, israf, şiddet, zina-fuhuş-kumar-uyuşturucu almış yürümüştür. Bu olumsuz davranışlar ve “köşeyi hemen dönmek” gibi; malının birine bir daha, beş daha katmak gibi materyalist anlayış,  zehirli sarmaşık gibi insanımızın ruhunu sarmış bulunuyor!

Gün geçmiyor ki, sahtekârlık-dolandırıcılık-vurgunculuk-soygunculuk-uyuşturucu kaçakçılığı yapan bir çete çökertilmemiş olsun! Gün geçmiyor ki alkollü-mutsuz-bunalımda olan bir trafik canavarı insanları kırıp öldürmemiş, yaralamamış, sakat bırakmamış olsun! Cesaretle konulursa bunun adına “ahlâken yozlaşmış ”  toplum denir! Böyle bir toplum İslâm Dininin öngörmüş ve kurmuş olduğu toplum değildir.!

Oysa Kur’an ahlâkına uygun kişilerden oluşan bir toplum oluşturmak elimizdedir, zor da değildir: Çocuklarımızın genç dimağlarında yüklü olan sevgi pınarını eğitimle harekete geçirmek ve her yerde, herkese, her zaman iyilik yapmanın, kötülüklere engel olmanın gerekli olduğunu okullarda aşılamak…!

YAZARIN DİĞER YAZILARI